KIZ TARLALARI

......Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk boyları daha çok uç bölgelere (sınır bölgelerine) yerleştirilirdi. Böylelikle hem yurt savunmasında ve yeni fetihlerde daha aktif rol almaları hem de sürülerine yeni otlaklar bulmaları sağlanmış olurdu.

Bu şekilde bir kısım Oğuz Boyları da Akdeniz sahil şeridine yerleştirilmişti. Onlara hayvanlarını otlatmaları için Toroslar’da yaylalar, otlaklar verilmişti . Bahar geldiği zaman davul-zurna ile yaylaya göçerler ; yayla şenlikleri , şölenler ve daha çok savaş sporları ile geçen bir Yaz mevsiminden sonra , kış bastırmadan sahile inerlerdi.

Bu bölgede göçerlikten daimi iskana en son geçen bu oğuz aşiretleri olmuştur. Onun için bunlar, kimisi yaylada, kimisi sahilde sabit iskana geçtikleri halde hala Yörük diye anılmaktadır. Bugün dahi çoğunun hem yaylada hem de sahilde eskiden kalma mülkleri vardır.

Olayın yaşandığı Hacı Beleni Köyü de 1930’larda Toroslar’ın Denize bakan yamaçlarında Yörükler tarafından kurulmuş, şirin bir sahil köyüdür.

Köy yukarıda, sahilin sivrisineğinden uzak, dağın havadar yamaçlarında kuruludur. Aşağılardan bakınca Köyün evleri ormanın içinde , Köpüklü Vadisinin iki tarafına gelişigüzel serpiştirilmiş gibidir.

Arazilerin bir kısmı, özellikle sebze ve meyve bahçeleri köyün çevresinde ; daha çok ekin tarlalarını oluşturan bir kısmı yaylada ; bir kısmı da aşağıda , şimdiki sahil boyunca giden, Mersin - Antalya asfaltı ile deniz arasında idi.

Gerçekten işe yarayan verimli topraklar yukarıda, köyün çevresinde veya yaylada olanlardı. Susa (Devlet yolu, şose)ile deniz arasında kalan kısım ise Padişahlıktan bu yana köylünün üzerine kayıtlı olmakla birlikte tarıma elverişli olmadığı için bir işe yaramayan ve bir değer ifade etmeyen kumsal veya bataklık arazilerdi.

Çoğu yörelerde olduğu gibi buralarda da , ölmeden önce mallarını çocukları arasında bölüştürme geleneği vardı. ADALET BİLİNCİ gelişmemiş bazı ana-babalar böylesi işe yaramaz yerleri, bir bahane ile kızlarına miras bırakırlardı. Bir hayli yaygın olan bu uygulama nedeniyle, denize bitişik olan bu değersiz kumsallara ve bataklıklara KIZ TARLALARI da derlerdi . Herhalde o mevkilere bu adı, bu uygulamaya içerleyen kızlar ve damatlar koymuştur. KIZ TARLALARI deyince nerelerin kastedildiğini oralarda yaşayan herkes, hemencecik anlardı zaten .

Kaçarak evlenmek, bu yörede bilhassa son zamanlarda sıkça görülen bir evlenme biçimiydi. Ancak, kızların anneleri ve babalar, kendileri de kaçarak evlenmiş olsalar bile bunu hiç kabullenemezlerdi . Kızları bu şekilde evlenmiş olanlar uzun zaman kendi öz kızı , damadı ve damadın ailesi ile kavgalı yahut küs dururlardı. Çoğu senelerce barıştırılamazdı . Bazıları barışsalar bile yine de biraz soğuk ve mesafeli dururlardı.

Sevdiği oğlana verilmediği için kaçarak evlenen veya annesini-babasını bir şekilde kıran, küstüren öfkelendiren hatta kocaları, kocalarının aileleri böyle şeylere sebep olan kızların ekseriyeti kız tarlalarıyla ödüllendirilirdi(!)

Daha çok Gökçe Süleyman diye bilinen Süleyman Ağa köyün en zengini değilse de ileri gelenlerindendi. 8-10 tane tülü mayası(iyi cins deve) 200 ü aşkın kıl keçisi, yaylada ekin tarlaları, Köy önünde bahçeleri ile oldukça varlıklı sayılırdı. Oğlu Hüseyin ve kızı Döndü den başka da çocuğu yoktu. Bu yüzden geliri geçimine yeter ve artardı.

Hüseyin’i askerlikten bir sene önce evlendirmişti. Hasret dolu bir bekleyişten sonra nihayet askerden gelmişti . Bu arada Döndü Kız da serpilmiş, gelinlik çağlarına gelmişti. Akranları birer birer evlenip gidiyordu .

Bir gün Döndü kıza da dünür habercisi geldi. Heyecanlıydı. Yüreği göğsünden çıkıp gidecek gibi vuruyordu. Gelen karşı yakadan Hanife Teyze idi ama kimin habercisi idi acaba ? Sonunda onu da öğrendi :Kara Mustafa’nın Ali için geleceklerdi. Biraz daha heyecanlandı. Bu daha önce hiç duymadığı türden sevinçle karışık bir heyecandı.

Ali’yi tanıyordu.5-6 ay önce askerden gelmişti. Kendisinden 6 yaş büyüktü.

Askerlikten sonra da birkaç kez karşılaşmışlardı. Askerlikte Onbaşı rütbesi aldığı için şimdi Ona Köyde de Ali Onbaşı diyorlardı.

Ali , daha önceleri kendisine böyle bakmazdı. Askerlikten sora Onun, kendisine bir başka türlü baktığını anlamıştı . Karşılaştıklarında bunu hisseder, heyecanlı ve sıkılgan bir halde Ali’den tarafa bakmamaya özen gösterirdi. Fakat bakmasa da onun bakışlarını üzerinde hissediyor; sanki yanakları kızarıyor, yürüyüşü bozuluyordu.

Akşam annesi , yayladan dönen babasıyla konuştu. İçeride ayrı bir odada konuştular. Ertesi gün Hanife Teyze tekrar geldi. Annem:

- “Babası yaşı küçük diyor “ dedi.

-Kız Hüsniye 17 yaşında kız küçük mü olur ? Bilirsin ki buralarda 19-20 sine gelmiş kızlara vakti geçmiş gözüyle bakarlar. Bari doğru dürüst bir bahaneniz olsaydı.

Hanife aba üstüme gelme. Olmayacağına işaret işte.

Siz Kara Mustafa’yı fakir deyi istemezsiniz bilirim. Ama Alim pek aslan pek yiğit. Mal heriflik yapmaz. Döndü kızıma da öyle bir er yakışır. Siz yine de bir daha düşünün. Ben yarın yine gelirim.

Ertesi günü Alinin anası Cemile teyzeyle geldiler. Bu gelip gitmeler birkaç gün daha devam etti. Akşam babası gelince Annesi konuyu açıyor, ertesi sabah tekrar geldiklerinde “olmayacak” diyordu Bu arada Ali’de Döndü’lerin evinin önünden sıkça geçer olmuştu. Birkaç defa göz göze geldiler. Onu görünce tuhaf bir duyguya kapılıyordu. Ona bir yakınlık duyuyordu.

Nihayet dünürler gelmez oldu. Döndü’nün fikri hiç sorulmamıştı. Demek ki Kara Mustafa gil dünürlüğe kabul edilmemişti.

Ali orta boylu, kırmızı yanaklı, güçlü kuvvetli ve oldukça yakışıklıydı .Ağırbaşlıydı .Saygılı ,sıcakkanlı ve çocukları çok seven yağız bir delikanlı idi. Seveni çoktu. Köylünün bir kısmı Kara Mustafa’nın Ali diye, bir kısmı da Yağız Ali diye ayırdederdi diğer Ali’lerden. Döndü’nün Ali’ye istendiği hemen duyulmuştu köyde. Böyle şeyler çabuk duyulurdu zaten.

Aliye verilmeyeceği kesinleştikten bir süre sonra iki aileden daha Döndü’yü istemeye geldiler. Bunlar varlıklıydı. Hele Bir tanesi hemen hemen köyün en zengin 3-4 ailesi arasındaydı. Döndüye fikri soruldu. Bunları da Döndü istemedi. Dünürlerin biri üzerinde annesi epeyce ısrar etti . Fakat Döndü’nün çok duygulu bir kız olduğunu iyi bildiğinden ,yanlış bir iş yapmasından çekindi, daha ileri gitmedi.

Oysa Döndü, inancı ve karakteri güçlü bir kızdı. Asla onların düşündüğü gibi canına falan kıymazdı. Ama ne olur ne olmaz diye çekindiler.

Çünkü Ali, bir başkasına talip olmamıştı. Başka bir kıza da dönüp baktığı hiç duyulmamış, görülmemişti . Bunu her haliyle belli de ediyordu. Doğrusu Döndü de Ali’yi istiyordu. İçinde ona karşı bir yakınlık bir sevgi uyanmıştı. Ama Ali tekrar istetmedikçe, Döndü’ye de fikri sorulmadıkça bu duygusunu kendisinin söylemesi kızlık onuruna da geleneklere de sığmazdı.

Birkaç gün sonra Döndü’nün teyzesi çıkageldi. İsteyenleri neden reddettiğini bilmek istiyordu. Teyzesiyle birbirlerini çok severlerdi. Çocukluğundan bu yana annesiyle ve başkasıyla konuşmadığı konuları onunla rahatlıkla konuşmaya alışıktı. Ondan çok şey öğrenmişti.

Uzun uzun konuşmalara dalıp gittikleri bir sırada Döndü birden durdu. Yüzü pembeleşti. Sır gibi sakladığı ,Ali ile ilgili duygularını farkına varmadan açığa vurduğunu anladı. Hiç gereği yokken ikide bir Ondan bahsetmişti. Aslında teyzesi Döndüye belli etmeden Onun ağzını aramış, kalbini yoklamıştı. Anlayacağını da anlamış , Döndü’nün annesine anlatmıştı bile. Onun Ali’ye gönül verdiğini, fakat bunun farkında olmadığını sezmişti teyzesi. Nasihat olsun diye Ona , kime ait olduğunu bilmediği iki de beyit söylemişti.

Hakkı sevmedikçe Hakka varılmaz

Allah’tan gayrıya gönül verilmez

Derler ki âşığa Bağdat sorulmaz

Aşık benim gönül benim aşk benim

Bu deyiş çok hoşuna gitmişti Döndü’nün.” Ne güzelmiş “ dedi , ezberledi onu.

Aylar geçti , mevsimler değişti. Neredeyse bir yıla yakın zaman geçti. Ne Ali ne de Döndü kimseyi istemeyince tüm köylü bu sessiz, sözsüz ve hareketsiz anlatımı çok iyi anlamıştı. Döndü’ye de kimse dünür falan gelmiyordu artık. Derken kadın-erkek, çoluk çocuk herkesin ağzında Ali’nin her gün yeni bir türküsü söylenmeye başladı :

Havayıdır deli gönül havayı

Ay doğmadan Şavkı sarar ovayı

Sevdiceğim katarlamış mayayı

Ak elleri kınalı sunam geçimi

Obasıdır deli gönül obası

Çok istettim vermez kızın babası

Lale, sümbül, çiğdem, nergiz tarlası

Ak elleri kınalı sunam geçimi

Gökçe Süleyman’a nazı sözü geçen bazı eşraf bir araya gelip , bu konuyu bir de kendisiyle doğrudan görüşmek istediler. Fakat o, kızı için söylendiği belli olan bu türkülere de zaten çok bozuluyordu. Ama açık açık isim geçmediği için sesini çıkaramıyordu. Neticede ne desen, ne yapsan nafile. Gökçe Süleyman , Nuh dedi peygamber demedi.

Yazın yaklaştığı ,Baharın son günleriydi .Oğlaklar epeyce büyümüştü. Bu mevsimde her gün ikindiden sonra sağım yapılırdı . Köye bir saat kadar uzaktaki Ilkılık denilen sağım yerine köyün kadınları , kızları keçilerini sağmak için guruplar halinde gelirler ; hava kararmadan önce de yine guruplar halinde köye dönerlerdi. Bu gelenek , Köy kurulduğundan bu yana hep böyle devam edip geliyordu.

O gün de keçiler sağılmış, sütler yardımlaşarak tuluklara(deriden yapılmış tulum) doldurulmuş ve eşeklere , develere , katırlara yüklenmişti. Gün batmak üzere iken, her gün birlikte gidip geldikleri komşu kızlar ve kadınlarla köye dönüyorlardı.

On- onbeş dakika sonra Bozyaka’ya geldiklerinde karşıdan Ali göründü. Ali sanki birden bire ortaya çıkmıştı. Tek başına ve silahlıydı. Döndü, yanındakilerden bazılarının göz ucuyla kendisine baktığını hissetti. Ali yaklaştıkça içini garip bir heyecan sarmıştı. Zaten Ali ile ne zaman karşılaşsalar sanki ayakları birbirine dolaşır, hareketlerini kontrol edemezdi. Göz açıp kapayana kadar aradaki mesafe kapandı ; karşı karşıya geldiler.

Ali, beklenmedik bir şekilde ansızın Döndü’nün elini tuttu ve birlikte yokuş aşağı el ele hızla koşup gittiler. Birkaç dakika içinde aşağıda, vadinin ortasındaki dere yatağında gözden kayboldular.

Dere yatağı boydan boya ulu çınarlar , söğütler ,çeşitli çalılar ve sarmaşıklarla kaplıydı. Sık bir ormanı andırıyordu.

Ansızın gelişen bu beklenmedik olay karşısında kadınlar arasında ilk anda bir şaşkınlık ve panik oldu. Aynı anda yükselen o kadınlara has çığlık fırtınası çabuk geçti. Çok kısa süren bir sessizlikten sonra ilk kendine gelen Alicik Sultanı oldu.

- Sonunda Döndü de gitti dedi, sakince

Kara Düriye :

- Kızcağız kimselere açılamadıydı . Günden güne sararıp soluyordu . Aferin Ali !

Giderek herkes kendine gelmeye başladı. Kerimlerin Emine :

- Süleyman Emmi de pek zalımmış canım ! Yağız Ali’yi fakır çocuğu deyi adam hesabına komadı. Adam göz göre göre kendi öz kızını ezdi bunca zamandır . Kızlardan biri :

- Demek bu kaçma işi böyle mi oluyormuş ? Hep merak ederdim.

Yanındaki kızla bakışıp "her genç kızın başına gelebilir" anlamında ,gizlice, biraz da müzipçe gülüştürler .

Bir diğeri :

- Sürüden kurt kapmış gibi oldu !

Başka bir kız :

- Ben çok korktum ! Hala dizlerimin bağı çezik !

- ..........!

Kara Düriye sesini yükselterek :

- Beni dinleyin ! Ben burada hepinizin böyüğüyüm. Memili Ağanızla bizde kaçarak evlendiydik. Ben biraz kızlık gururu, biraz da bizimkilere ayıp olmasın deyi Memiliye biraz direndiydim. Ahmak kafam ! Görenler Memili Düriye’yi zorla kaçırdı demişler . Bizim akıllılar da inanmışlar. Düriye istemese ,dokuz Memili de gelse hiç Düriye’yi kaçırabilir mi?

- Kaçıramaz Aba doğru dersin . Olsa olsa sen Onu kaçırırsın.

Kara Düriye biraz da kızarak:

- Sultaan! Boşla zevzekliği de dinle : Memili zorla gaçırmış deyi babamla gardaşlarım peşimize düştü de ne eziyetler çektiydik. Sesini daha da yükselterek:

- Bakin hepiniz gördünüz Döndü’nün gönüllü gittiğini. Ali’nin elinden tuttu tıpış tıpış gitti onunla. Hem de seğirderek. Kimse gidip de Gökçe Süleyman’a kızını yağız Ali zorla kaçırdı filan demesin. Doğruca gördüğünü söylesin. Döndü Ali ile el ele tutuştu gönüllüce gitti desin. Değilse peşlerine düşerler de ,çocukları irezil kepaze ederler bizim gibi. Doğru mu Keziban?

- Doğru dersin Aba .

Köye ulaşınca kadınlar kızlar hepsi birden Döndü’nün gönüllüce kaçtığını, el ele tutuşup gittiğini söylediler ve onları takip edilmekten kurtardılar. Yalnız bu Süleyman Emminin çok zoruna gitti. Döndüyü evlatlıktan reddetti. Kendisinin hiç rızası olmadığını, bu kadar mücadele ettiğini bile bile kalleşçe sessizce hem de inadına gönüllüce kaçan kıza da bu yaraşırdı zaten. Topluluğun içinde “Artık benim Döndü diye bir kızım yok. “ deyip konuyu kapattı.

Oysa olay hiç de öyle olmamıştı. Ali , yanlarından geçip gidecek sanılırken, yan yana gelince birden , Döndünün elinden tuttuğu gibi “ne oluyor demeye kalmadan” yokuş aşağı hızla koşmaya başlamıştı . Göz açıp kapayana kadar da yokuşun yarısına varmıştı. Kadınların çığlıkları, korku ,heyecan ve şaşkınlık geçinceye kadar yamacın aşağısına, köprüye gelmişlerdi.

Kızcağız bir anda neye uğradığını anlayamamıştı . Artık anlasa da yokuş aşağı hızla koşarken hızını kesip durması ve karşı koyması imkansızdı . O sadece düşmemeye çalışıyordu. Bu sırada Ali de elinden hala sımsıkı tutuyor , var gücüyle koşuyordu. İşte oradakilerin el ele tutuşup gitti, hem de koşarak gitti sandığı durum buydu. Gerçekten de insanda bu kanaati uyandırıyordu.

.........

Beş sene boyunca hemen her bayram öncesinde Gökçe Süleyman’a affetmesi ve barışması için köy halkı ricaya gitti. Fakat köy halkı gidip gelmekten usandı; Gökçe, “benim böyle bir kızım yok” sözünü söylemekten usanmadı. Ne diller döktüler, ne nasihatler çektiler nafile. Biri kız, biri oğlan iki torunu olmuştu ama onlar bile onu yumuşatamamıştı. Annesi çoktan barışmıştı Döndü’nün. Ana yüreği işte. O fazla dayanamamıştı. Ara sıra komşuda karşılaşmış gibi yapar, gizli saklı görüşürlerdi çoktandır. Giderek Süleyman Ağa da farkına varmıştı bu durumun ve bilmezlikten geliyordu . Ama kendisi hiç ikna edilemiyordu.

Oğlundan hiç torunu olmamıştı. Ona bir gelin daha almayı düşünüyordu bazan. Ama "ya kusur oğlumdaysa" diye çekiniyordu. Döndünün çocuklarından başka torunu olmamasına rağmen, barışmaya vesile olur diye torunlarını da görmek istemiyordu Gökçe Süleyman . Yıllar geçse de O , herif gibi sözünde duruyordu ( ! )

Bir bahar günü döndü’nün ağır ve tehlikeli biçimde hasta olduğu haberi geldi . Önce hanımı ve gelini gittiler Döndü’nün başına. Ertesi gün oğlu da gitti. Hepsi gece de orada kalmışlardı. Süleyman Ağa evde yalnız kalmıştı. İkide bir kızının çocukluğu geliyordu gözünün önüne.

Ne çok severdi onu ! Ya bir de ölürse ! O anda tarifsiz acılar hissetti içinde. Boğuluyor gibiydi. İçi dolmuştu iyice. Başı zonkluyor, nefesi daralıyordu. Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir sakinleşiyor, peşinden yine hıçkırıklar geliyor, kendine hakim olamıyordu. Böylece saatler geçti.

Sonunda dışarı çıkıp hava almayı hatırladı. Dışarı hayata (Köy evlerinde bir çeşit geniş balkon) çıktı biraz dinlendi, yüzünü yıkadı ve kendine geldi. Toparlandı , doğruca Döndü’nün yanına gitti.

İki odalı evin bir odasında Ali, Ali’nin babası ve Döndü’nün ağabeyi vardı. Diğer odada da kadınlar vardı. Süleyman Ağa’nın gelişini haber verdiler. Yıllardır öz kızını yanına getirtmeyen o soğuk ve inat Süleyman Ağa’nın ,kendiliğinden geliyor olması ahaliyi duygulandırmış, kadınlar seslice hıçkırarak, erkeklerde sessizce ağlamışlardı.

Kapıya karşılamaya çıktılar. O, kadınlar arasından geçip doğruca Döndü’nün başı ucuna vardı. Döndü baygın, ateşler içinde yatıyordu.

Torunu cemal henüz bebek sayılırdı. Fakat ablası Emine 3 yaşındaydı. Telaş ve gürültüye O da uyanmıştı . İlk defa kendi evlerinde ve bu kadar yakından gördüğü Süleyman Dedesine meraklı ve endişeli gözlerle bakıyordu. O, kah Anacığının yanağını okşuyor, kah alnına elini koyuyor ve ona dualar okuyordu .

Gaz lambasının zayıf ışığında, Süleyman Ağanın gözlerinin kızardığını fark eden olmamıştı . Oradakilerin içinde , bilhassa kadınların önünde O, asla ağlamamalıydı . Bunu başarabilmek için adeta ruhsuz ve buz gibiydi .

Şehirde Dr. Avni Beyle tanışırlardı. Oğlunu çağırdı. Atını eğerleyip doktoru alıp gelmesini , doktora selamını iletmesini söyledi. Ali’nin de atı vardı. Onunla birlikte Ali de gitti. Kayınbiraderini gecenin altında yalnız göndermedi.

Kuşluk vakti Doktor Avni Bey’le birlikte geldiler. Doktor Döndü’yü bir güzel muayene etti. Sonra bir iğne yaptı. Kendisiyle şehre kadar kim gelecekse ona daha bazı ilaçlar ilaçlar vereceğini, onları nasıl kullanacaklarını uzun uzun tarif etti ve hemen müsaade istedi. Süleyman Ağa doktoru kenara çekti ve ilaçlarla birlikte doktorun ücretini ödedi.10-15 gün sonra Döndü ayağa kalktı. Babasıyla barışma_ larına vesile olduğu için hastalığına üzülemedi. Aslında hastalığın etkisi giderek azalmakla birlikte aylarca hatta yıllarca devam etti. Fakat o buna razıydı.

İki sene kadar sonra Döndü’nün bir kızı daha oldu : Cemile . Gökçe Süleyman torunlarını çok seviyor, neredeyse günlerinin çoğu onlarla geçiyordu. Bazen düşünüyor, iyi ki de bu inattan kurtulmuşum diyordu. Yıllarca gönül azabı olmuştu.

Birgün, mallarını iki evladı arasında taksim etti. Döndü’ye deniz kıyısındaki büyük tarlayı(!), 2 deve ve 50 keçi verdi. Bu babasının malının onda biri değildi. Ayrıca ,Deniz kıyısındaki büyük tarlanın bir kısmı (deniz tarafı) sırf kum ; bir kısmı da (dağdan tarafı) sazlık, bataklıktı. Alan olarak belki diğer arazilerinin tamamı kadar vardı . Ama değer olarak, neredeyse sıfıra yakındı . Bu tarlalardan ( şayet tarla sayılırsa) Şimdiye kadar herhangi bir şey ekip kaldırabilen yoktu .Başka bir işe de yaramazdı.

Bu taksim Döndü’nün çok ağırına gitti, çok üzüldü. Kendini sığıntı gibi, üvey evlat gibi hissetti. Söylenecek çok şey geldi aklına . İçinden isyan etmek geçti . Fakat babasını tekrar küstürmekten korktu; sesini çıkaramadı. Onu Ali de teselli etmese, üzüntüden hasta olacaktı.

Bir gün Ali, kamışlı bataklık tarlanın bir köşesinde, kamışların arasının kuru toprak olduğunu fark etti. Birden aklına iyi bir düşünce geldi. Belki kamışları yakıp, toprağı işlese, burayı tarla yapabilirdi. Kuru kısım küçük bir adacıktı ama, hiç olmazsa yiyecek sebzelerini yetiştirmeye yeterdi. Sebzelerini yetiştirecek uygun bir avar yerleri yoktu. Ortağa ektikleri tarlanın bir kenarında tarla sahibiyle ortaklık şartlarına koyarak bu ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorlardı ama o semtte de su azdı. Daha çok, fazla su istemeyen ürünler ekilirdi o semte.

Nihayet Ali, düşündüğünü yaptı. Küçük ama güzel bir sebze bahçeleri olmuştu. O yıl çok güzel ürün oldu. Yazlık, kışlık, kurutmalık bütün sebze ihtiyaçlarını o küçücük yerden elde ettiler.

Önceleri bu tarlanın tapusunu bile almaya gerek görmemişlerdi. Fakat işe yaradığını görünce Döndünün adına tapu kaydını yaptırdılar.

Ertesi yıl erken baharda işe koyuldular. Yer yer yeni kamışlar yeşermişti. Toprağı belle kirizma edip(normal sürüm derinliğinden birkaç kat daha derin işleme), köyden hayvan gübresi taşıyarak gübrelediler. Yeniden karıklar, tavalar yapıp ektiler. Bu çalışmada küçük Emine, hatta Cemal bile kendince yer almıştı.

Ali çoğunlukla dağa, davarın yanına giderdi. Belki de çokça çobanlık yaptığından olacak , hayvanları çok severdi. Kurtları bile parçalayan azgın, tasmalı köpekler, onu görünce kuzu gibi olur ; sanki onun azarlamasını ilgi, iltifat sayarlardı. Hayvan yetiştiriciliğini iyi bilirdi. Bu konuda çok meraklı ve titizdi.

Döndü , çocukların bakımı ve evin işleri yanında sebze bahçesindeki ağır toprak işleme, arık açma ve bu gibi işlerin dışında kalan fide ve tohum ekimi, sulama, ot alma, çapalama gibi hafif işleri de yapardı. Zaten bu yörede töre de böyleydi. Ekip diktikten sonra o bahçeyi suladı, çapaladı , otunu aldı, gübreledi. İşin biri bitmeden diğeri başlıyordu. Hemen hemen haftanın 3 - 4 günü orada geçiyordu. Kucağında çocuğuyla çok zor oluyordu ama, katlanıyordu. Sebzelerin gelişmesi çok iyi gidiyordu. Domatesler fındık gibi görünmeye bile başlamıştı.

Bir gün her zamanki gibi Cemileyi sırtına sardı. Gerekli alet, malzeme ve azığı eşeğin üzerindeki heybenin gözlerine yerleştirdi. Emine ve Cemali de eşeğe bindirdi ve yola koyuldu.

Bahçenin başına varınca birden irkildi. Başı döner gibi oldu. Uyy ! diye hafif bir çığlık attı, oturdu. Şaşkın şaşkın bir süre baktı. Bir anda bütün hayatın yorgunluğunu ve ağırlığını üzerinde hissetti. Sonra kalkıp bahçenin her tarafına uzun uzun baktı. Emine heyecanla haykırdı :

Kalkıp çocuklarını eşeğin üzerinden indirdi. Heybeyi indirmeye gerek kalmamıştı. Bataklığın su seviyesi yükselmiş, bütün bahçe neredeyse suyun altında kaybolmuştu. Bu fakir halleriyle yaptıkları bunca masrafa mı üzülseydi; kucağında çocukla, bebelerini ihmal etmek pahasına çektiği can emeklerine mi yansaydı . Artık vakti geçmişti ve başka bir yerde avarları(sebzelik) yoktu, bu yıl sebzesiz kaldıklarına mı üzülseydi. En kötüsü bu bataklığa güvenip bundan sonra buraya ne emek çekilirdi ne de masraf edilirdi artık. Yani buradan tarla olmayacağı gerçeğiyle karşı karşıya kalmış, bahçeyle ilgili tüm ümitleri hiç beklenmedik bir anda ve şekilde suya düşmüştü; buna mı üzülseydi.

Ağlamaya başladı. İçin için ağlıyordu. Onu böyle gören çocukları da üçü birden ağlamaya başladılar. İki küçük yüksek sesle ağlıyordu. Bir anda çocukluğu ve tüm hayatının bazı bölümleri hayalinde canlandı . Babasını hatırladı. O kadar varlığın içinde bile bile, göz göre göre çaresiz bırakıp, kendilerini şu bataklığa mahkum etmesini affedemedi. İsterse sonradan Gilik Durmuştan satın aldığı küçük bahçeyi olsun onlara verebilirdi.

Fakat o babasıydı. Her şeye rağmen onun varlığı ve barışık olması yeterdi. Hem belki de böyle olacağını bilse, yukardan bir yer verirdi. Aklı karışıktı. Ama yine de babasını suçlamaya hakkı yoktu. Bu kendi yazgısıydı. Buna tahammüllü, sabırlı olmalıydı. Çok şikayet etmemeliydi. Belki Allah’ın gücüne giderdi. O herkesi, her şeyi görüp gözetendi. Mutlaka başına geleni biliyor, görüyordu. Böyle düşünürken birden Allah’a yöneldi. Ellerini açıp :

Biraz daha ağlaması devam etti. Testide getirdikleri içecek su ile yüzünü yıkadı. Artık içecek suya gerek yoktu. Her zamanki gibi akşam önüne kadar orada , güneşte çalışmayacaktı .O susunca çocukları da sustular. Testide kalan su ile çocukların da yüzünü yıkadı . Dönüşte tekrar yük olmasın diye , kalan suyun da çoğunu yere döktü . Başı önünde dalgın, kırgın, vakur ve sessiz, geldikleri gibi köye geri döndüler.

Aradan yıllar geçti . Alisiyle yaşadığı acı , tatlı hatıralar ve kıyasıya bir hayat mücadelesiyle dolu gençlik yıllarıydı bunlar . Fakirlik ve çaresizlik içinde geçen bu güzelim çağları ; gıda, giyecek gibi en temel ihtiyaçlarını , en alt düzeyde olsun kazanabilme çabası içinde hayal gibi, gün gibi geçti gitti.

Vakitleri geldikçe kızlarını gelin ettiler . Büyük kızı Emineden torunları bile olmuştu .Töreler gereği masrafların çoğunu oğlan evi yaptığı için kız gelin etmenin maddi yükü daha az oluyordu. Tutumlu, tasarruflu olmak zorundaydılar. Kızlarına ilk okuldan sonrasını okutamamışlardı . Zaten çocuklar , başarılı ve hevesli de görünmüyordu . Ama Cemal öyle değildi .Yemediler, içmediler, Cemali okuttular. Yağız Alinin Cemal , Köyün ilk "okumuş adam"ı oldu . Kendisinden sonra bu köyden okumaya gidecek daha nice Cemallere örnek ve önder oldu.

Ne var ki Cemal son sınıfta iken , beklenmedik bir kazada çok sevdiği babasını kaybetti . Bir gece , Köyün diğer erkekleri ile beraber , bir komşu evindeki yangını söndürmeye çalışıyorlardı. Ahırdaki hayvanları kurtarmaya çalışırken dumanların evi iyice sardığını fark edemediler. Derken bir anda ahır kapısının üzeri çöktü. Kosalak Mehmediyle beraber içeride kaldılar. Onlara ulaşıldığında artık çoktan ölmüşlerdi . Kosalak Mehmedi ile çocukluktan bu yana çok iyi arkadaştılar . Ölümleri de birlikte oldu .

Kocasının bu ani ölümü karşısında Döndü çok sarsıldı . Alinin öldüğüne günlerce inanamadı . Akşam sofraya oturduğu kocası , sabah kahvaltıda yoktu. Akşamdan sabaha, sabahtan akşama neler değişiyormuş meğer.

Günlerce boğazından lokma geçmedi . Yalnız kaldıkça sessizce ağladı durdu. Ama nafile . Artık Alisi yoktu. Bundan sonra hayat mücadelesine onsuz devam edecekti . Allah'ı ve ahreti düşündükçe biraz ferahlıyordu . Değilse bu acı dayanılır gibi değildi . Nasıl olsa bir gün böyle kendisi de göçüp gidecekti bu dünyadan . İnşallah Cennette yine beraber oluruz ,gözel Allah'ımın takdiri böyleymiş diye kendini teselli ediyordu. Nihayet :

- Ölenle ölünmez , hayat devam ediyor dedi , Döndü Ana . Kendi acısını kalbine gömerek, çocuklarını teselli etmeye çalıştı. Oysa esas teselliye muhtaç olan kendisiydi . Bu beklenmedik gelişme karşısında hepsi şok olmuştu . Hala da bu şoktan kurtulamamışlardı . Ama yaslarını bir hafta bile devam ettiremediler. Döndü Ana Cemali okuluna, kızlarını da kocalarının evine gönderdi . Gelip giden eksik değildi ama bir anda evde yapayalnız kalakalmıştı .

Cemal başarılı bir öğrencilikten sonra üç sene önce Mimar olmuştu . Askerlikten sonra girdiği bir kamu kuruluşunda bir yıldır çalışıyordu.

O yıllarda bir turizm atılımı başlamıştı. Deniz ve plaj turizmini devlette destekliyordu. Ege ve Akdeniz sahillerinde turistik tesisler ve yazlıklar mantar gibi hızla çoğalmaya başlamıştı.

Cemallerin sahildeki kumluk ve bataklık olan yerleri bu iş için biçilmiş kaftandı. Çünkü tapudaki sınırlarından birinde Akdeniz, diğerinde Akdeniz Sahil Yolu yazıyordu. Yani bir tarafı Deniz , bir tarafı ana asfalt ,sahil yoluydu.

Birkaç müteahhit firma ile görüştü. Biriyle anlaştılar. 36 tane lüks villa yapılacak, 9 tanesi arsa karşılığı olarak hiçbir masraf yapmadan Cemal gile verilecekti.

İnşaat, yaz ve kış devam etti. 37 ay sonra bütün haşmeti ve güzelliğiyle “Denizkent” villaları hazırdı. Köyün yaşlısı genci, erkeği kadını bu villalardan bir tanesinin bile bedelinin Gökçe Süleyman’ın oğluna verdiği tüm malları satın alabileceğini söylüyordu. Müteahhit firma kendisine isabet eden 27 villayı proje ve inşaat safhasında satmıştı.

Tapuların verileceği gün yapımcı firma küçük bir de merasim düzenlemişti. Cemal, kendisinde vekaleti olmasına karşın o gün tapu merasimine annesini de götürdü.

Tapular verildi. Herkesin yüzü gülüyordu. Denizkentten villa satın alanların çoğu , yeni yazlık komşularıyla henüz tanışıyordu . Herkes birbirine" hayırlı olsun, güle güle oturun gibi iyi dileklerde bulunuyordu.

Döndü Ana , bunca yıllık hayatında hiç yaşamadığı, tarifsiz , yoğun duygular içindeydi o gün. Ne ağlayabiliyor , ne de gülebiliyordu. Adeta şaşırmış, gelişmeler karşısında donup kalmıştı . Eski günlere dalıp dalıp gidiyordu. Öyle ya , nasıl şaşırmasın nasıl duygulanmasındı .Yaşadığı bu anlatılmaz , garip hikayeyi ve duyguları bir Allah, bir de kendisi biliyordu . Öyle de kalacağı anlaşılıyordu . Çünkü iç dünyasındaki bir durumun dış dünyada yaptığı, anlaşılması ve inanılması güç değişiklik ve gelişmelerdi bunlar. Sanki hayatın ve daha birçok şeyin sırrını , bir anda o gün anlamıştı .

Cemalin ve diğer aile fertlerinin yanından ayrılıp az ilerdeki bir villaya yürüdü. Villanın bahçesine girdi. Onu gören Cemal seslendi. :

- Anne orası bizim değil !

O duymuyordu bile. Dalgındı orada bir yere oturdu. Yıllarca önce bir genç gelin iken , bataklığın yuttuğu küçücük bahçesinin baş ucundaki ,3 küçük çocuğu ile oturup ağladığı, dua ettiği yerdi orası. Birden içi doldu. Villanın bahçesine çim ekilmişti. O oturup ağladığı yere de bir gül dikilmişti . O anda adeta tüm hayatı gözünün önünden geçti. Babaannesinin bir sözünü hatırladı: “Saç tavını alır hamur tükenir, iş tavını alır ömür tükenir.” Rahmetlik babaannesi gün görmüş, bilge bir kadındı.

Boşalmaya hazır bulutlar gibi olmuştu. Birden hıçkırıklara boğuldu. Yine yıllar önceki yerde. Ama bu sefer, çektiği acıları yüzlerce defa katlayan bir mutluluğun verdiği sarhoşluktan . Kendini rüyada gibi hissediyordu. Sanki bütün evreni kucaklayan, tarifsiz duygularla dolu bir yürek kesilmişti. Kelimeler boğazına düğümlenerek “Ey gözel Allah’ım ! Sen ne böyüksün !” diyebildi .

Oradakiler sakinleştirmeye çalıştılar. Ama kimse anılarının ve duygularının ne denli derin ve değerli olduğunu bilmiyordu. Bilemezdi de zaten. Onları ancak yaşayan ve yaşatan bilebilirdi. Sonsuza dek ikisinin arasında yaşayacaktı.

Yüce Allah, yıllarca önce bu tarlada tertemiz yüreğiyle Döndü Kadının yaptığı içli ve içten duayı kabul ederek zamandan yeni bir sayfa açtı : Yeni sayfada , bir ailenin oğulları ve gelinleri ile aynı evde oturduğu babaerkil ,anaerkil aile düzenine fazla yer yoktu . Böylece , artık her evlenen genç bağımsız, ayrı bir eve yerleşti. Bu , gün geçtikçe artan, çok sayıda konut ihtiyacı demekti .

Bu yeni sayfada Yüce Yaratıcı uluslar arasındaki savaşları azaltıp , uluslar arası dostluklar , işbirliği ve ticaret gibi konulara yer vermişti . Bu , yaşam kalitesinin ve refah düzeyinin yükselmesi ve yaygınlaşması demekti. Özet olarak bu sayfada , daha birçok yenilik ve gelişmenin yanında , hızla gelişen bir inşaat sektörü ve turizm vardı .

Sahil boyunca uzanan " KIZ TARLALARI "nın hepsi , gün geçtikçe altın oldu. Deniz kıyısında olmayan , başka memleketlerdeki "KIZ TARLALARI" bile kum ocağı , taş ocağı , değerli istimlak alanı veya kooperatifleri için konut alanı olarak , en verimli tarladan bile çok değerli hale geldi .

İşte bu ; anlaşılması ve anlatılması kolay olmayan , hiç şaşmayan ve olağanüstü güzel olan Allah adaletiydi . Yüce Allah, evrendeki bütün Döndülerin yüzünü güldürdü . Mutlaka , KIZ TARLASI verilen bütün Döndülerin bir haksızlık hikayesi vardı. Fakat hiçbiri Döndü Ananın hikayesi gibi ebedileşemedi.

Döndü Kadın ve Yağız Ali öleli yıllar oldu . Ama şimdi dahi insanlar , Yağız Alinin Döndü Kız için söylediği türküleri söyler . Onların hikayesini anlatır. Hala o dağlar ve kumsallar Döndü Kadının duasını fısıldaşır . Ağaçlar ,Onun çok sevdiği o iki beyiti söyler durur, yadetmek için :

Hakkı sevmedikçe Hakka varılmaz

Allah'tan gayrıya gönül verilmez

Derler ki aşığa Bağdat sorulmaz

Aşık benim, gönül benim, aşk benim .

 

 

ZİYA UYSAL