 |
Yaşayan Efsane:
“Yedi Denizler Fatihi"
Sadun Bora
"Kısmet"
adlı yelkenlisiyle, bundan 28 yıl önce dünyayı dolaşan
Sadun Boro, maceraperest değil bir idealisttir. İkisinin
arasındaki farkı anlamak için, onun yaşadıklarını
bilmek gerekir!

Bazı arkadaşlarım dergimizi çok başarılı
bulmakla birlikte, bazen, suyun altında biraz fazla kaldığımızı
söylüyorlar (gizli iltifat için ayrıca teşekkürler!).
Aslında, bir bakıma ben de onlara katılıyorum. Her ne
kadar dergimizin adı "Sualtı Dünyası" olsa
da deniz, mavi derinlikleriyle, hırçın dalgaları ve
sakin sahilleriyle bir bütündür. Dolayısıyla bir
dalgıcı bu unsurların tümü ilgilendirmeli diye düşünüyorum.
Hatta bazı kişilerin, tek başına sualtını fetişleştirdiğini
görüyorum. Oysa deniz, altı ve üstüyle, süngercisi,
denizcisi, dalgıcı ve balıkçısıyla bir bütündür.
Deniz bir “kültür”dür. Kendine has yaşam biçimi,
kuralları, felsefesi ve mitolojisi vardır. Denizin
tarihi uygarlık tarihidir biraz da. Deniz sonsuz bir
kaynaktır (biyolojik değil, düşünsel anlamda!).
Dolayısıyla, her ne kadar sualtına yoğunlaşsak da,
denizin diğer unsurlarını gözardı etmemeliyiz. Bu bağlamda
da bu yazının, bu ihtiyaca bir parça cevap vereceğini
ve ilginizi çekeceğini umuyor ve konuya geçiyorum...
Denizi sever misiniz? Bu dergiyi okuduğunuza göre
mutlaka seviyorsunuzdur. Peki onu ne kadar seviyorsunuz?
Denizin üstünde ne kadar yaşayabilirsiniz? Hayatınızı
tümüyle denize endeksleyebilir misiniz?
Peki sizce cesur musunuz? Günümüzün modern
teknolojisinden yoksun, 10.5 metrelik bir yelkenliyle
Marmara'yı aşar mısınız?.. Boydan boya Akdeniz'i?..
Peki ya koca Atlantik ya da Pasifik okyanuslarını?..
Bunların tümünü yapan Sadun Boro'ya göre, dünyayı
yelkenliyle gezmek için "cesaret"e ihtiyacınız
yok! Kolay olduğu için değil... Öncelikle ihtiyacınız
olan bir şey var: deniz sevgisi ve hatta deniz tutkusu.
Denize tutku düzeyinde bağlanmış birinin artık
cesarete ihtiyacı yoktur. Sevgi, bilgi ve deneyim onun
boşluğunu doldurur.
Evet, çocukluğumuzun kahramanı, gençlik çağımızın
idolü, yaşama, denizin ufuk çizgisinden bakmak
isteyenlerin "deniz feneri" sayın Sadun Boro böyle
diyor.
Çocukken nasıl da konuşurduk saatlerce, küçücük
bir yelkenliyle dünya denizlerini aşan o adamı. İsmini,
gizli gizli okuduğumuz çizgi romanların -hayali-
kahramanlarıyla özdeşleştirirdik. Ama o gerçekti ve
hayal gücümüzün sınırlarını zorluyordu. "Vay
be!" derdik o çocuk ağzımızla, "Nasıl aşmış
o koca okyanusları?" Biraz daha büyüyüp pul
biriktirmeye başlayınca, yelkenlisinin olduğu pulu albümün
en baş köşesine koymuştuk.
Aradan çok zaman geçti. Arkamda tam otuz yıl bıraktım.
Kalabalık bir bayram günü, arkadaşım Çiğdem’le
Bodrum'da bir teknedeyiz. Evet, yanılmadınız, bu tekne
"o" tekne. Hani yedi dünya denizini aşan ünlü
"Kısmet". İnanması güç ama gerçek, "Kısmet"teyiz!
Bu bayram kısmetimiz oldukça açık yani. Teknenin her
köşesini, her noktasını inceliyorum. "Demek dünyayı
dolaşan tekne bu ha?" Çocukluk hayallerim inanmamı
güçleştiriyor...
Peki kitap okumayı sever misiniz? Jules Verne'in 80 Günde
Devrialem kitabını hatırlıyor musunuz? Ya Hemingway'in
İhtiyar Adam ve Deniz'ini? Peki Pupa Yelken adı sizin için
birşey ifade ediyor mu? Ben Sadun Boro'nun Pupa Yelken
adlı kitabına biraz geç ulaşabildim. O gündür bugündür
de başucu kitabım oldu. Günlük yaşamın stresinden
ve yorgunluğundan kurtulmak için, geceleri yatmadan önce
rasgele bir sayfasını açıp biraz okuyorum. Satırlar
beni hayal alemine sürükleyerek, sıkıntılarımı
unutturuyor. Daha da önemlisi denizde yaşama dürtülerime/isteğime
gem vuruyor. Sadun Boro'nun bütün ekonomik zorluklara
rağmen, ideallerini gerçekleştirebilmesinden kendime
pay çıkartıyorum; azmedersen olur! Görüyorum ki
azmin elinden hiç bir şey kurtulamaz, yeter ki iste!
Eğer bugüne kadar Pupa Yelken'i okumamışsanız
bence çok şey kaybetmişsiniz demektir. Kendi adıma,
sadece Trevanian’ın Şibumi adlı kitabını okurken
bu kadar keyif aldığımı hatırlıyorum çünkü her
iki kitaptan da çok farklı okumalar yapmak mümkün. İnsan
psikolojisi, doğayla mücadele (aslında daha çok uyum
sağlama), antropoloji, denizcilik bilgisi, coğrafya,
mizah vb... Sadun Boro'nun çok sürükleyici bir dili ve
etkileyici bir mizah tarzı var. En ürkütücü olayları
bile mizahi bir dille anlatabiliyor. Kitabı okurken
bazen kahkahalarımı tutamıyorum.

Sadun
Boro'nun bu mutlu gülümsemesinin hep sürmesini
diliyoruz. Ama o, denizlerimizin geldiği durum için bugünlerde
pek gülümseyemiyor!
"Sadun kaptan" (sevenleri ona böyle hitap
ediyor) oldukça alçak gönüllü. Yaptığı ve pek çoğumuz
için olağanüstü sayılacak şeyleri bile anlatırken,
sanki çok sıradan bir şeymiş gibi ya da "Ayıptır
söylemesi..." tarzında anlatıyor. Ayrıca çok
espritüel ve şen kahkahalı biri. Görüşmemiz sırasında
zaman zaman kahkaha atıyor ve o anlarda gözleri ışıl
ışıl parlıyor. Ama anladığım kadarıyla biraz kırgın
ve biraz da bıkkın. İnsanlarımızın denize karşı
ilgisizlikleri, ya da aşırı (ve tabii ki olumsuz)
ilgileri (!) onu biraz umutsuzluğa itmiş gibi görünüyor.
Ama o yine de denizlerimizin korunması için hala
bireysel olarak mücadelesini sürdürüyor. Gerektiğinde
ilgililere görüşlerini aktarıyor, Yelken Dünyası'nda
ve zaman zaman da Yeni Yüzyıl'da denizlerimizin güncel
sorunları ile ilgili uyarıcı, çözüme yönelik ve çevre
bilincini artırıcı yazılar yazıyor.
Ona göre, denizlerimiz gibi, zaten çok gelişmiş
olmayan denizciliğimiz de ölüyor. İnsanlarımız
denizi severmiş gibi yapıyorlar. Teknelerine cep
telefonu muamelesi yapıyorlar. Tekneleri, deniz
sevgisinden çok, statü göstergesi için alıyorlar.
Hafta sonu uçağa atlayıp güneye gidiyorlar, kaptan ve
tayfalar yardımıyla tekneyle denize açılıyor, belki
biraz denize giriyor, daha çok kumar oynuyorlar.
Sohbetimiz sırasında, heyecanla, Sadun kaptana uzun
zamandır merak ettiğim soruyu soruyorum: "Sualtıyla
aranız nasıl?" Sadun kaptan, çocukken geçirdiği
kızılcık hastalığı yüzünden pek dalamamış. Bunu
biz dalgıçlar için büyük bir şanssızlık olarak görüyorum.
Düşünsenize, Sadun Boro dalıyor olsaydı, dünyanın
her köşesinden ne güzel anıları ve fotoğrafları
olurdu. Üstelik onun gibi azimli bir insan, bu konuda da
mutlaka, ne yapar eder dünyaya, denizcilikte olduğu
gibi, bu konuda da sesimizi duyururdu. Ünlü Fransız ve
İtalyan dalgıçların yanında bizim de övünebileceğimiz
bir dalgıcımız olurdu...
Kısmet'in dünya seyahatinin sponsorluğunu Hürriyet
gazetesi yapmış. Masraflarına karşılık aylık 150 $,
bir fotoğraf makinesi ve film temin edilmiş. Sadun
kaptan yanlarındaki film miktarının çok fazla olmadığını
söylüyor. Oysa böyle bir seyahatte çok daha fazla
filmleri olmalıydı.
Sadun Boro'nun en önemli misyonu da, ardında bir "iz"
(denizde rota!) bırakmış ve kendinden sonrakiler için,
-hem düşünsel hem de coğrafi olarak- yol göstermiş
olması. Daha sonraki yıllarda, Pupa Yelken'den
esinlenerek üç Türk bandıralı tekne daha dünya
seyahati yaptı. Son olarak Atasoy'lar "Uzaklar"
adlı tekneleriyle seyahatlerini sürdürüyorlar. Bugünkilerin,
teknik ve ekonomik açıdan çok daha şanslı olduklarını
söylemeye bilmem gerek var mı? Yaklaşık 1.000 $
sponsorluk desteği, gelişmiş fotoğraf makinası ve
video kameralar seyahati belgelemek için büyük bir şans.
Ama Sadun kaptanın gezdiği zamanlardaki denizleri, canlıları,
ilkel kabileleri bulmak artık mümkün değil. Bu bağlamda
Boro'nun film çekememiş olması herkes için büyük
bir kayıp.
Bu arada, başlıktaki "Yedi denizler fatihi"
tanımlaması bana değil, gazeteci sayın Necati Zincirkıran'a
ait: Boro'ların dünya seyahati sonundaki muhteşem karşılamalarının
ertesi günü, kapağının tümünü onlara ayıran Hürriyet
gazetesindeki yazısında kullanmış.
Kitabı okuduktan sonra, benim asıl hayran olduğum
nokta, Boro'nun daha dünya seyahati öncesinde verdiği
bireysel mücadele ve kararlılığıdır. Bunun en iyi
şekilde anlaşılması için kendi dilinden, yani
kitaptan alıntılar yaparak aktarmayı uygun buldum. Aşağıda,
tırnak içindeki ve italik bölümler Pupa Yelken'den
aynen alınmıştır. Ayrıca bir noktayı önemle
vurgulamak istiyorum: Unutmayınız ki bu paragraflar, ağzınıza
çalınmış bir parmak baldır. Asıl keyif, kitabı bir
bütün olarak, bir serüven, bir kaynak ve bir ibret
belgesi olarak, elinizden bırakamamacasına okumaktır.
Kitaptaki satırları okurken, bazen serüven romanı
gibi hissedecek, bazen kendinizi konumlandırmaya çalışacak,
bazen de kendinizi bulacaksınız. Ama kesin olan bir şey
var ki, bu kitap mutlaka ufkunuzu açacak! Eminim, kitabı
okuyanlardan, daha önce olduğu gibi, bundan sonra da
yeni "Pupa Yelken"ciler çıkacak ve engin
denizlerde yol alacaktır.

Bodrum
marinada demirleyen meşhur "Kısmet", benden
iki yaş büyük. Ama 32 yaşına ve tüm yaşadıklarına
rağmen hala dinç görünüyor.
"Denizler beni çağırıyor:
1968 yılının 16 Haziran Pazar sabahı... Kayışdağı
üzerinden yükselen güneş, etrafı daha yeni yeni aydınlatıyor...
Üstü çiçek buketleriyle dolu kamaranın kenarına ilişmiş
kahvemi yudumlarken, girdabına kapıldığım rüya
aleminden sıyrılmaya çalışıyorum. Hakikaten
Caddebostan'da mıyız? Hakikaten Kısmet, yedi denizleri
aşıp, yine o eski demir yerinde mi böyle sakin yatıyor?..
Yoksa, o uçsuz bucaksız ummanları aşarken dümen başında
kurduğum hayal aleminde mi yaşıyorum?..
Sigaramın savrulan dumanı içinde kopuk kopuk sahneler
canlanıyor... Bir teknenin omurgasının kızağa konuşu...
Sevdiklerinden ayrılış... O sonsuz Okyanus'lar,
tayfunlar, fırtınalar... Asude bir ada... Hindistan
cevizi ağaçları altında çalınan gitarla danseden
bronz renkli yerli kızları... Derken tamtamlar,
yamyamlar, korsanlar, hastalık... Her an tabiatla pençeleşme...
Hakikaten bu hayatı biz mi yaşadık?...
Demek ömür boyunca peşinden koştuğum yegane gayem, gönderinde
Ayyıldızlı kendi bayrağım dalgalanan kendi kotramla
bir dünya seyahati yapmak emelim hakikat oldu..." (sy:
9)
"Bir çok defalar kendi kendime sormuş, düşünmüşümdür.
Neden ben de herkes gibi karada yaşayacağıma denize kaçmış,
onun meşakkatli ama o nispette de çekici cazibesine
kendimi kaptırmışım...
İlk deniz maceramı, daha okula başlamadığım yıllarda,
Erenköy'deki evimizden, annemden habersiz denize kaçışım
ve dönüşte yediğim dayağı hatırlarım... Galiba
onun çekici cazibesi, daha çocukluk benliğimde ilk
tohumlarını o zamanlar bıraktı.
İlkokul sıralarında, altı arkadaş üçer lira verip,
bir sandal almıştık. O kadar afacanın altında, tabii,
yaz sonunu bulmadan sandal da parçalanmıştı." (sy:
10)
Anlaşıldığı gibi bu dünya seyahatinin tohumları
daha ilkokul sıralarında atılmış! Kendime pay çıkarmaya
devam ediyorum. Biz de çocukken, araba lastiklerini
birleştirip, üzerine tahta parçaları yerleştirerek
yaptığımız ilkel sallarla engin (!) denizlere yol alırdık.
Demek ki doğru yoldaymışız. E, artık bizim de dünya
seyahati sıramız geldi! Tamam, deniz sevgim, kaptan
ehliyetim var ama ufak (!) bir eksiğim var, bir "yelkenli".
Eh, o da olacak umarım. Şu an için en büyük hedefim
o değil mi! Sadun kaptandan gördüm ki "Azmedersen
olur!"
"O sıralarda, emelime erişememe üzüntüsü ile içkiye
fazla düşmüş, bir bunalım içersinde idim. Yaş
ilerliyor, dünya seyahati fikri külleneceğine, hergün
biraz daha alevleniyordu. Hele o monoton, dört duvar
arasında geçen iş hayatı... Cemiyetin türlü baskı
ve boş ihtirasları..." (sy: 12)
1963 yazında Salacak'ta kızağa konan Kısmet, "double
ender" (baş kıç bir) tipinde, 10.5 m boyunda, 3.30
m eninde ve su çekimi 1.65 metre. Altında da 3.5 ton
maden ağırlık, sabit omurga var.
"17 Temmuz 1964. O gün limadan gelen koca bir vinç,
Kısmet'i Salacak'taki sandal mendireği içinden kaldırıp
ta Marmara'nın mavi sularına bırakırken, iki kişi
sevinç ve heyecandan gözyaşlarını tutamıyordu... O
gece pılımızı pırtımızı toplayıp yeni evimize göçtük.
Daha ne güverte kalafatlanmış, ne kamara üstü boyanmış;
ertesi sabah yağan muzip bir yaz yağmurunda her taraf
akarken, Oda'nın şilte ve çamaşırları kamaranın
ortasına yığıp ta üstünde şemsiye ile oturuşu,
hala gözümün önündedir...
Bir yıl sürdü teknenin donatılması. Sabah karanlığından
gece yarılarına kadar, esirler gibi çalışma... Para
bitmiş, artık satılacak bir şeyimiz de kalmamıştı.
Benim eski kotra, Oda'nın çeyizleri, evdeki eşyalar,
ne var ne yok satılmıştı. Hatta 13 yıllık emekli
maaşımı bile yakıp, geri almıştım..."

"Kısmet"in orta kamarasından
bir görünüm ve ön kamara girişi.
Kitabın tamamını gözönüne aldığımda, Sadun
Boro için, yabanıl doğayla mücadele etmek, sanıyorum
ekonomik mücadeleden daha kolay olmuş. Sadun kaptan,
bugün artık, gerçekten denizi seven insanların -ekonomik
olarak- eskiler kadar şanslı olmadığını söylüyor.
Eskiden, zar zor da olsa, bir memurun bir yelkenliye
sahip olabildiğini, günümüzde ise ancak bir sandal
alabileceğini söylüyor. Yine de onun azmini unutmamak
gerek. Bence Sadun kaptan, daha dünyayı dolaşmadan önce
zaferini kazanmış. Bütün olanaksızlıklara rağmen
hiç yılmamış!
"Böylesine uzun bir yolculuğun en zor kısmı da
manevi tarafı. Memleketine, sevdiklerine, belki de bir
daha görmemek üzere veda etmek... Yıllarca hazırlanmış
nice seyahatler, işte bu son anların zorluğundan suya
düşmüştür." (sy: 17)
Kısmet'in 2 yıl 10 ay süren dünya seyahatinin rotası
şu şekilde olmuş:
1) İstanbul
2) Cebelitarık
3) Kanarya Adaları
4) Barbados
5) Karaip Adaları
6) Panama Kanalı
7) Galapagos Adaları
8) Markiz Adaları
9) Tuamotu Adaları
10) Tahiti ve Rüzgaraltı Adaları
11) Tonga Adaları
12) Fiji Adaları
13) Yeni Hebrid Adaları
14) Yeni Gine Adası
15) Torres Boğazı
16) Timor Adası
17) Endonezya
18) Singapur
19) Bengal Koyu
20) Seylan Adası
21) Arap Denizi
22) Kızıldeniz
23) İsrail
... ve sonrasında ver elini İstanbul.
"Bismillah Vira:
22 Ağustos 1965... Çanakkale'de gümrük, pasaport
muameleri birkaç saatte tamamlandı. O akşam, sahil
boyundaki gazinolardan birinde oturup, vatanda son yemeğimizi
yerken, pek konuşmadık. İkimiz de düşüceli, atıldığımız
bu maceranın ciddiyeti, ağırlığı altında ezildiğimizi
hissediyoruz..."
|
|