Seçimleri ABD Kazanacak
By Yusuf Kaplan
Dünya hızla değişiyor ve "küçülüyor". Artık postmodern bir dünyada yaşıyoruz. Modernliğin ürünü olan kavramlar ve kurumlar, yaşadığımız gerçeklikleri açıklayamaz hale geldi.
Modernlik, Avrupa kültürünün ürünüydü. Postmodernlik ise Amerikan kültürünün ürünü. Modern dönem boyunca Batı uygarlığını Avrupa temsil ediyordu. Artık Batı kültürünü ve uygarlığını postmodernliğin başlıca mimarı olan ABD temsil ediyor ve yeni şekillerde
yeniden üretiyor.Türk elitleri, artık anokronikleşmeye yüztutan Avrupa kültürünün derin etkisi altında oldukları için gerek bölgemizde, gerekse dünya genelinde yaşanan gelişmeleri ve sorunları anlamakta ve anlamlandırmakta bir hayli zorlanıyorlar.
Postmodernlikle birlikte dünya üzerinde kurulan hegemonya biçimleri ve "araç"ları da gözle görülür bir şekilde değişime uğramıştır. Modern dönemde, coğrafi hegemonya/tahakküm biçimi başat hegemonya biçimiydi. Avrupa ülkelerinin dünyanın dört bir tarafında kurdukları ve açık kolonyalizm olarak adlandırılan hegemonya biçimi bunun en tipik örneğidir. Postmodern dünyada, açık kolonyalizm biçiminin yerini örtük kolonyalizm biçimi almıştır. Elektronik kolonyalizm olarak da adlandırılan örtük kolonyalizm biçimi, ABD'nin handiyse tüm dünya coğrafyası üzerinde siyasi, kültürel ve ekonomik hegemonya kurmasını mümkün kılmıştır.
Postmodern siyaset felsefesinin en temel özellikleri belirsizlik, kaos ve "tanımlanamazlık"tır. Postmodernlik, bu belirsizlikten, kaostan, "düzensizlik"ten, deyim yerindeyse "yağ gibi işleyen" bir düzen çıkarmak demektir. İşte ABD'nin gerek bölgemizde, gerekse tüm dünyada özellikle Soğuk Savaşın sona er(diril)mesinden sonra yaptığı, yapmayı -şimdilik- başardığı şey budur.
Elektronik kolonyalizm biçiminin temel kodlarını, kavramlarını ve kurumlarını ABD geliştirdiği için, ABD'nin dünyadaki tüm gelişmelere kendince, kendi çıkarları doğrultusunda yön, şekil ve çeki düzen verebilmesi kolaylaşabilmektedir.
Tüm bu öngözlemlerden sonra bir ülkenin iç politikasındaki önceliklerinin dış politikasındaki önceliklerinden bağımsız olarak düşünülebilmesi ve belirlenebilmesinin handiyse imkansız hale geldiği gerçeğini kabul etmek durumunda kalıyoruz. Başka bir deyişle, bir ülkedeki iç politik gelişmelerin dış dünyadaki gelişmelerden bağımsız olarak geliştirilebileceğini ve belirlenebileceğini düşünmek en iyimser ifadeyle safdillikten başka bir şey olmasa gerek.
Buradan yola çıkarak, ülkemizde siyasetin "tüketilmesi"ne, siyasi kurumların yıpratılmasına ve işlevsizleştirilmesine yol açan 28 Şubat sürecinin iç aktörlerden çok dış aktörlerin zorunlu talebi ile başlatıldığı gerçeğini artık görmek zorundayız. Söylemek istediğim şey şu: Son kamuouyu yoklamalarının da açıkça ortaya koyduğu gibi toplumumuz, kendisini, kahir ekseriyetle müslüman olarak tanımlıyor. Çok partili siyasi hayata geçtiğimiz zamandan bu yana, kimliğini müslümalığa göre tanımlayan toplumumuz, siyasi, ekonomik ve kültürel alanlardaki faliyet biçimlerini müslümanlığın ürünü olan kavramlarla anlamlandırmanın ve yürütmenin mücadelesini veriyor.
28 Şubat sürecine kadar gelen süre içinde siyaset sosyolojisinde çevre olarak tanımlanan toplumsal dinamiklerimizin siyasi, ekonomik ve kültürel iktidar aygıtlarına yön ve çeki düzen verebileceğinin sinyallerini vererek bir avuç "azınlık" elitin kontrolünde olan merkez'e doğru yürümeye başlaması dünya sistemine yön veren güçlerin harekete geçmesine zemin hazırladı. Çok partili siyasi hayata geçtiğimiz süre boyunca elde ettiğimiz en temel haklarımız elimizden alınmaya başlandı. Toplumumuzun iradesinin ve taleplerinin iktidar aygıtlarına yansıması için Özal öldü veya öldürüldü. 1980'lerden itibaren çok yönlü bir liberalleşme, demokratikleşme, özgürleşme, kısacası normalleşme sürecine giren Türkiye'nin 1990'lardan itibaren birden bire bu süreci tersine çeviren bir anormalleşme sürecine sürüklenmesi kesinlikle tesadüfi değildir.
Çevre'nin merkez'e yürümesi, Türkiye'nin bölgesinde her bakımdan güçlenmesi demekti. Ancak bu durum, uzun vadede dünyanın tek süpergücü haline gelen ABD'nin çıkarlarının alt üst olmasıyla sonuçlanabilecek, Amerikalı stratejistlerin kendi ifadeleriyle "asla kabul edilemez ve göz yumulmaması gereken tehlikeli bir gelişme"ydi. Bu nedenle, Türkiye'deki toplumsal dinamiklerin ve taleplerin askıya alınması gerekiyordu. Bu, bir komplo teorisi değil, postmodern dünyanın ürünü olan fiili bir durumdur. ABD, Türkiye'de müslümanlığın temel belirleyici olarak işlev gördüğü toplumsal dinamiklerin Türkiye'nin geleceğini belirlemesini istemiyor. Çünkü böylesi bir şey, Türkiye'nin Osmanlı'nın misyonunu üstlenerek, bulunduğu bölgede yaşanan tarihsel vakumu (boşluğu) tek başına doldurmaya kalkışmasını mümkün kılabilecek siyasi, ekonomik ve kültürel bir güce ulaşması demektir. Böylesi bir gelişmenin önlenmesi ABD'nin en temel politikalarından biridir.
ABD'nin Türkiye ile kurduğu kontrollü ve özenli ilişki, Türkiye'nin her bakımdan ABD'nin güdümüne girmesini sağlamayı amaçlamaktadır. Türkiye'ye biçilen rol, ABD'nin bölgedeki çıkarlarının korunması demek olan "istikrar unsuru olma rolü"dür. Türkiye'nin ABD ile kuracağı derin ilişki, Türkiye'deki iç/toplumsal dinamiklerin Türkiye'nin geleceğine yön ve şekil vermesini önlemeyi amaçlayan, bugüne kadar sürdürülen edilgen politikaların ve tavırların sürdürülmesini temel alan, Türkiye'nin komşularıyla kuracağı ilişkileri de olumsuz yönde etkileyecek olan tehlikeli bir ilişkidir.
Bu nedenlerledir ki, Türkiye'de siyaset tüketilmiş, siyasi kurumlar yıpratılmıştır. Amaç, milli iradenin iktidar aygıtlarına yön ve şekil verebilecek konuma ulaşmasını önlemekti. Şu an bu amaca kısmen de olsa ulaşıldığı anlaşılıyor. Çünkü siyaset, siyasetdışı güçlerin denetimine girmiş durumdadır.
Türkiye'de siyaseti tüketen, siyasi kurumları yıpratan şey, demokrasi, özgürlükler, liberalleşme süreci değildir. Tam tersine, demokrasinin işlevsizleştirilmesi, özgürlüklerin askıya alınması, anormalleşmenin yaygınlaştırılması ve adeta kurumsallaştırılarak meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır.,
Türkiye, işte böylesi bir ortamda düşük profilli bir seçime gidiyor. Düşük profilli bir seçim isteniyor. Çünkü hiç bir şeyin değişmesi istenmiyor. Seçim olacak ve ortaya farklı bir şey çıkmayacak. Sonra da birileri de kalkıp, biz seçimlerin bir şeyi değiştirmeyeceğini (yani hiç bir işe yaramayacağını) söylemiştik diyebilecekler.
Yani sonuçta seçimlerin galibi Türkiye'deki toplumsal dinamiklerin bastırılmasını hazırlayan sürecin mimarı olan ABD olacak. Türkiye, bir süre daha belirsiz, sonu nereye varacağı belli olmayan bir mecraya sürüklenecek. Anlaşılan o ki, Türkiye'deki bu anormalleşmenin ne kadar tehlikeli sonuçları olacağını görebilmek için Türkiye'nin böylesi bir süreci yaşaması gerekiyor. Ama sonunda toplumumuz, sonsuza dek anormalleşerek normalleşilemeyeceğini anlayacak.