Yeni Avrupa'nın Simgesi: Sırplar

Jean BAUDRILLARD

Türkçesi: Yusuf Kaplan

Saraybosnalılara mutlak üstünlük, olağanüstü özgüven duygusu veren şey, yaşadıkları derin acılar, icbar edildikleri ve kendilerine eşsiz bir deneyim kazandırarak her şeye rağmen hayata tutunabilmenin sırlarını öğreten ürkütücü zorluklardı. İşte Avrupalıların, Bosnalıların yaşadıkları bu ürkütücü hayat-memat tecrübesini sanki hiç böyle bir şey olmuyormuş gibi davranmaları, onların Avrupalılaraöfkeyle ve nefretle bakmalarına yol açıyordu. Acınası hallerine rağmen, asıl onlar Avrupalıların ürkütücü sessizlikleri dolayısıyla Avrupalılara acıyorlardı. "Avrupa'nın içine tükürürüz" diyorlardı, öfkeyle. Haksızlık karşısında duyulan bu haklı öfkeden ve nefretten daha fazla insanı asilleştiren, güçlü, metin ve dolayısıyla onurlu ve özgür kılan başka bir şey olmasa gerek. Hiç kimse umursamasa da Tanrı tüm olan bitenleri bütün ayrıntılarıyla biliyor/du ne de olsa.

Susan Sontag, Bosnalıların yanında olduğunu kanıtlamak ve dünyanın dikkatlerini Bosna trajedisine çekmek için Samuel Beckett'in "Godot'yu Beklerken" başlıklı oyununu sahnelemişti Saraybosna'da mum ışıklarının gölgesinde. Bu tür kültürel etkinliklerin gözler önüne serdiği çarpıcı bir gerçek vardı: Gerçekte kimin güçlü, kimin güçsüz olduğunun tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmasıydı bu. İşte bu ve benzeri olaylar, asıl güçlü ve metin olanın Bosnalılar olduğunu göstermek için eşsiz fırsatlar sunuyordu insanlara. Asıl güçlü olanlar Bosnalılardı; zayıf ve acınası durumda olanlarsa biz Avrupalıları; bizim gerçekleri tersyüz eden saçma gerçeklik duygumuzdu.

Gerçekten de asıl sorun, bizim gerçeklik anlayışımızda, yani gerçekleri çarpıtarak, kendimize göre şekillendirme tavrımızda gizli. Buna göre, hakikat tektir; o da sadece ve sadece bizim hakikatimizdir. "Bir şeyler yapılmalı. Sadece aptal aptal seyredilmemeli tüm olan bitenler" gibi içi boş laflar, gerçekte insanın iğrenmesi gereken sloganlardan başka anlamlar ifade etmiyor. Bir şeyler yapmak handiyse imkansız diyerek insanın kendilerini avutmaları, gerçekten bir şeyler yapılmasına da, Bosnalıların özgürlüklerine kavuşmasına asla katkıda bulunmayacaktır. Aslında bu, böylesi tavır sergileyen insanların (Avrupalıların) ne denli güçsüz ve acınası bir vaziyette olduklarının göstergesinden (mazeretinden) başka bir şey değildir.

Bosnalılar, yapılacak şeylerin neler olduğunu; nelere ihtiyaç duyduklarını, nerede, nasıl ve hangi zor şartlar altında yaşadıklarını çok iyi biliyorlar. Bu yüzden dövünmenin, ağlayıp sızlanmanın asla hiçbir işe yaramayacağının farkındalar. İşte varolmak bu... Tüm zorluklara rağmen, ürkütücü trajedilerle yüzyüze yaşayarak varolmanın ta kendisi... İnsanın, gerçekliği iliklerine kadar duyumsayarak varolması...

İşte bu yüzden Bosnalılar yaşıyor, biz Avrupalılarsa ölüyüz. Bu nedenledir ki, tüm dünyanın gözü önünde cereyan eden savaştan Bosnalıları kurtarmaktan filan sözedip duruyor ve savaşı tüm acımasızlığıyla ve ürkütücülüğüyle yaşayan Bosnalılara acımaktan başka bir şey yapmanın yollarını araştırmıyoruz. Savaşa, savaşın ürkütücülüğüne rağmen sadece Bosnalılara tepeden bakarak acımakla yetinmemiz ama Bosnalılar için fiilen hiçbir şey yapmaMAmız, aslında bizim Bosna'daki savaşa da, bu savaşın acımsızlığına ve ürkütücülüğüne de inanmadığımızı gösteriyor. Susan Sontag, Saraybosna'da tuttuğu günlüklerinde, Bosnalıların, her bir taraflarını çepe çevre kuşatan acıya asla inanmadıklarını itiraf ediyor. Bosnalılar acıya inanmıyorlar; çünkü yaşadıkları, karşı karşıya kaldıkları durumun, son derece anlamsız, gerçekdışı ve izah edilmesi kesinlikle mümkün olmayan bir durum olduğunu çok iyi biliyorlar.

Tam bir cehennemin ortasındalar. Cehennem ama "aşırı-gerçek" (inanılması güç=hyperreal) bir cehennem bu. Üstüne üstlük medyanın ve sözümona insani yardım kuruluşlarının Bosna trajedisini resmederken çizdikleri acındırıcı tablolarla daha da hiperreel hale getirilen bu cehennem tablosu, Bosna'da yaşananları, inanılması, anlaşılması, kabul edilmesi ve izah edilmesi son derece zor bir fenomen haline getirmeye ve dolayısıyla Bosna için hiç bir şey yapamamalarına yol açıyor.

Bosna'da hayaleti andıran bir savaş cereyan ettiğini söyleyip duruyorlar. Allahtan ki, Bosna'da böylesi bir savaş oluyor. Zira bu savaş Bosnalıların bir şeylere karşı ayağa kalkmalarına imkan tanıyor.

Tam bu noktada bir noktanın altını çizmek isterim: Bu gerçek, sadece benim yaptığım bir gözlemden ibaret değil. Bosnalıların tümünün içinde bulundukları fiili durum bu. Bunu, başka bir dünyadan, ta New York'tan kalkıp buralara kadar gelen ve tüm olan bitenlere gözleriyle bizzat tanık olan ve tanık olduklarını bütün dünyaya göstermek için yoğun çaba sarfeden Susan Sontag gibi kişiler çok iyi bilirler. Belki de başka türlü bir ifadeyle, gerçeklik, bizzat Susan Sontag'ın bilfiil tanık olduğu şeylerin ta kendisi. Yani, Batı dünyasında en fazla eksik olan, yokluğu hissedilen şey bu.

İşte bu nedenledir ki, Bosna'da yaşanan vahim durumun kavranabilmesi için, kanın aktığı yere doğru izsürmek gerekiyor. Bizim gıdalarımızın ve "kültür"ümüzün açtığı bu kan "koridor"ları, aslında bizim Bosnalıların moral güçlerini ve içinde bulundukları zorlukların yeşerttiği enerjiyi emdiğimiz, böylelikle kendi hayatımızı, dolayısıyla geleceğimizi garantiye aldığımız temel kaynaklardan başkası değil. Batı kültürünün ve değerlerinin en çarpık yanlarından biri de burada karşımıza çıkıyor.

Hayatımızın her alanına hükmettiği, çeki düzen verdiği varsayılan siyasi rasyonalite gibi Avrupanın en temel gerçeklik ve adalet anlayışındaki kimi çarpıklıklardan kurtulabilmek için tam bu noktada alternatif bir çıkış yolunun izlerine rastlamak mümkün. İşte Susan Sontag, biz Batılılara, adalet ve hakikat duygumuzun ve anayışımızın ne denli çarpık hale geldiğini göstermek için bize Bosnalıların yaşadıkları ürküntü verici acıyı gözler önüne sermek amacıyla yoğun çaba sarfetti.

Burada üzerinde durulması gereken bir başka önemli gerçek de şu: Susan Sontag, durumları ve duruşları itibariyle sürgit birbirlerini besleyen aydınların hoşnutsuzluğu ile yoksulların, çaresizlerin ve kimsesizlerin çektiği acının bir kurban, bir "acındırma söylemi" üretmiş olması. Başka bir deyişle, siyasi sınıflar ve aydınlarla, toplumun varlıklarını ve hayatlarını bu türden bir kurban, bir acındırma söylemiyle meşrulaştırma çabası içine girmeleri. Bu acındırma, kurban söylemi şöyle işliyor: Türlü zorluklara göğüs germek zorunda bırakılan toplum, yolsuzluklardan ve skandallardan yakınıp dururken, aydınlar ve siyasi elit ise, yalnızca asla somut hiçbir işe yaramayacak şikayetlerle yetiniyor veya müthiş bir sessizliğe gömülüyor.

Dolayısıyla, karşılıklı suçlamalar, yakınmalar, acındırmalar, kısacası suçluluk duygusu bütün Batı toplumlarının en tanımlayıcı başat özelliklerinden biri haline geliyor.

Kimileri, "Bugün Bosna'da yaşananlara izin verecek olursak yarın aynı şeyler bizim de başımıza gelir" diyor. Ne kadar saçma bir düşünce bu? Saçma, diyorum. Çünkü benzer şeyleri bu yüzyılda zaten yaşadık biz. Dahası, bütün Avrupa toplumları adım adım etnik temizliğin vuku bulacağı, normal karşılanacağı bir sürece doğru sürükleniyor. Ulusal parlamentoların gölgesinde inşa edilen gerçek Avrupa bu işte. Sırplar, şu an, bir adım ileri gitmiş durumdalar yalnızca! Hepsi bu. Bu nedenle, bu tür sorunlar karşısında sessiz kalınılmasından, bir şeyler yapılmadığı için yakınılmasından sözedip durmanın bir anlamı yok. Çünkü, bu tür olaylar, belli bir program dahilinde adım adım uygulanmaktadır. Bosna'da yaşananlar bu geniş kapsamlı programın yalnızca bir parçasından ibarettir, o kadar. Fransızların faşist lideri Le Pen, Fransa'nın siyasi hayatından neden çekildi sanıyorsunuz ki... Le Pen'in fikirlerinin özü, Fransa'nın siyasi hayatına nüfuz etti de ondan. Bu nedenle, Le Pen'e ihtiyaç kalmadı artık. Le Pen bir siyasetçi olarak kazanamadı belki; ama Fransız siyasetine bir virüs gibi nüfuz etmeyi başardı ve böylece asıl kazanan o olmuş oldu. O halde, tüm olan bitenlerin neden yalnızca Bosna'yla sınırlı kalacağını düşünüyorsunuz ki? Bosna'da yaşanan şeyler, her yerde geçerli. Bu tür trajedilere karşı çeşitli ülkeler arasında ortaya çıkabilecek dayanışma girişimleri ve çabaları, bu durumu değiştirmeye hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Bu ürkütücü tablo, Bosna'daki katliamlar durduğu an, hemen her yerde tekrarlacaktır. Yani, beyaz Avrupa'nın haritaları yeniden çizilmeye başlandığı zaman.

Görünen manzara şu: Sanki bütün bir Avrupa, Avrupa'daki yelpazenin sağındaki ve solundaki bütün ulusal hareketler, siyasi hareketler, Batı'nın kirli işlerinin kuklası haline getirilen Sırplarla bir kontrat, bir cinayet, bir "katliam anlaşması" yapmış gibiler. Tıpkı bir zamanlar Batı'nın İran'a karşı Saddam Hüseyin'le anlaşması ve Saddam Hüseyin'i kullanması gibi. Dahası, eğer kendisiyle anlaşma yapılan kukla katil, işini fazla ciddiye alıp da planlanandan fazla katliam yapmaya kalkışırsa, o da derhal düşman haline getiriliyor veya yok ediliyor. Ancak Irak'a ve Somali'ye karşı gerçekleştirilen operasyonlar Yeni Dünya Düzeni açısından başarısızlıkla sonuçlanmışsa, bu demektir ki, o zaman, Yeni Avrupa Düzeni'nde Bosna olayı gibi bu açıdan daha ümit verici (!) cepheler açmak gerekiyor(du)!

Bosnalılar, elbette ki tüm bunları çok iyi biliyor. Kimi faşist güçler tarafından değil, aksine uluslararası "demokratik" düzen tarafından oyuna getirilerek cezalandırıldıklarının çok iyi farkındalar. Tıpkı dünyanın dört bir köşesindeki heterojen ve asimile edilemeyen tüm "etnik unsurlar" veya azınlıklar gibi büsbütün yok edilmek veya kendi topraklarından sürülmek yahut da yapayalnız bırakılıp kendi kaderlerine terkedilmek istendiklerinin bilincindeler.

Sözün özü, bu düzen böyle kurulmuş ve böyle sürüp gideceğe benziyor. Çünkü bu durum, Batılı demokratlara, insani yardım kuruluşlarına ve insan hakları örgütlerine ne denli ürkütücü gözükürse gözüksün, tüm gelişmeler bu düzenin belli bir süre daha böyle sürüp gideceğini gösteriyor. Anlaşılan o ki, Yeni Avrupa, Müslümanların kemikleri üzerine inşa edilecek.