İletişim Röportajı (with Yusuf Kaplan)

Soru: Osmanlı geleneğinde iletişim ve o zamanın göreceliğinde iletişim nasıldı?

Cevap: Osmanlı da iletişimi çok genel olarak tanımlamak gerekirse, insan, toplum ve doğa tanrı arasındaki ilişkileri belirleyen bir göstergeler düzenidir. Dolayısıyla her kültürün, her medeniyetin bir şekilde gerçekliği kavrayış iletişim anlayışı, iletişim kavramı arasında kaçınılmaz bir paralellik vardır. Dolayısıyla buradan şöyle bir sonuç çıkıyor. Her kültürün kendine özgü bir gerçeklik ve iletişim anlayışı var. Bir kültürün ve o kültüre mensup olan toplumun geliştireceği iletişim araçları o toplumun gerçekliği kavrayışı insan, toplum ve tanrı arasındaki ilişkileri düzenleyiş biçimi ile doğrudan ilintilidir. Yani, bu anlamda bu gün bütün dünyada kullanılan modern kitle iletişim araçlarının tümü bir şekilde sadece batılıların gerçekleştirebilecekleri, geliştirebilecekleri kitle iletişim araçlarıdır.

Yani bu kitle iletişim araçlarını batılıların dışındaki başka kültürlere mensup toplumların, başka kültürlerin bu nedenle, geliştirebilmesi zaten mümkün değildir. Bu önemli bir şey... Buradan bir sonuç çıkıyor. Bu gün kullanılan, örneğin ülkemizde kullanılan kitle iletişim araçlarının tümü, olduğu gibi ithal edilen araçlar... Teknoloji ile kültür arasında bu anlamda bir ilişki var. Her teknoloji, kaçınılmaz olarak, kendi kültürünü ve geliştirildiği toplumun kültür anlayışını, toplum anlayışını, insan anlayışını beraberinde getiriyor. Yani doğal olarak dünyaya bakış açısını, dünya tasavvurunu beraberinde getiriyor.

Buradan, şöyle si bir şeye geçebiliriz. Modern kitle iletişim araçlarının doğasıyla, batı düşünce tasavvurunun, ilişkisini incelemek gerekir. Yani, insanlık tarihinde, çok genel, kabaca söylemek gerekirse, bütün toplumların tarihine bakmak gerekirse, ilk önce sözlü yazılı ve görsel kültür var. Şimdi batılı toplumların, antik yunan düşüncesinden bu yana özellikle bütün kavramları dayadıkları kültür...yazılı kültür... Bir şekilde diğer kültürleri de, yazılı kültür, sözlü kültürü bastıran, dönüştüren başka bir özelliğe sahiptir. Batıda geliştirilen yazılı kültürler, bu gün aşağı yukarı televizyon ve sinemanın bulunmasından sonra 2. Sanayi devriminden sonra yani geçen yüzyılın 2. yarısından itibaren elektronik sanayi devrimi olarak adlandırılan, geliştirilen modern kitle iletişim araçlarına dönüştürüldü.

Mesela, elektronik kolonolizm kavramı da böylesi bir şeyin sonucunda ortaya atıldı.

Yazılı kültürün ifade biçimiyle, batılıların geliştirdiği, kendi ihtiyaçlarına yönelik, kendi imkanlarıyla, yazılı kültüre dayalı kitle iletişim araçlarıyla, yine, süren bir medeniyet olarak, belki de dünyada tek kendi kendini yenileyebilen batı kültürünün geliştirdiği profesyonel kitle iletişim araçlarıyla, pek o kadar doğaları itibariyle farklı düşünülmemiştir.

Şu an kullanılan düşünmek fiili antik yunanca da ki görmek fiilinden türemiş bir ideadır. Bu önemli bir konudur. Burada, batı düşüncesinin, gerçekliği kavrayış biçimi, anlayışı, insana bakış açısı hakkında önemli şeyler çıkarabilmemiz mümkündür. Mesela batı düşüncesinin, antropomorfik insan merkezli bir düşünce olmasının temelinde, düşünceyi görmekle, görünür olanı tanımlayıp, algılayıp, görünür olmayanı, bir şekilde görülmeyen alanları da bastırmakla ilişkilendirmek gerekir.

Yani bu antropomorfik insan merkezli düşünce anlayışıyla, kitle iletişim araçlarının dayandığı temel kavram arasında bir ilişki vardır. Bu ilişki de, sadece görünebilir olanı merkeze alan, görünemeyen alanları da bir şekilde bastıran veya yok sayan düşünce tarzı var. Yani bu anlamda antik yunanlılarla modern batı kültürünün temelleri arasında doğrudan ilişki kurmak mümkün...

Batı düşüncesinin antropomorfik bir düşünce yapısına sahip olması en büyük örneğidir. Gerçekliği sadece görünebilir olana has gören batı düşüncesinin, böylesi bir şey, yapmasının en önemli nedenlerinden birisi de gerçekliği sadece fiziksel gerçeklik ile indirgemesiyle ilgili bir şeydir.

Fizik gerçeklik görünebilir alanları kapsayan, kavrayan, bir gerçekliktir. Dolayısıyla bu ikisi arasında düşünce üretimi , hayata bakış tarzı, gerçekliği tanımlayış biçimi, insan anlayışı, doğa kavrayışı konusunda geliştirilen bütün bu argümanları, sadece batı düşüncesinin, batı kültürünün, sadece fizik gerçekliği eksen alan bir düşünce olmasıyla açıkladığımız zaman çok iyi anlamlandırabiliyoruz.

Soru: Bu düşünce tarzının, yani fizik gerçekliğin, sadece görünebilir olanın gerçekliğinin eksen alındığı bu düşünce tarzının, batıda dini kavramların da fizik gerçekliğe indirgeyerek, tasvir edilmesi konusunda neler söyleyebiliriz?

Cevap: Burada, tasvir mantığıyla, gerçekliği görünebilir olana hapseden düşünce mantığı arasında bir ilişki var.

Mesela, Bizans bunun tipik örneğidir.

Bizans resminde ve sonraki Rönesans resminde Hz. İsa’nın tasviri çok farklıdır. Bizans’ta, Hz. İsa doğrudan izleyicisine bakan bir özne konumundadır. Rönesans döneminde ise, perspektifin icadıyla, insanın merkeze yerleştirilmesiyle başlayan gelenekte, Hz. İsa bize bakan bir özne konumunda değildir. Bizim özne konumuna geçtiğimiz, Hz. İsa’nın bir nesne konumuna geçtiği bir bakış açısı vardır. Buradaki ilişki biçimi çok önemli...

Batılıların gerçekliği kavrayış biçimiyle ve dolayısıyla gerçekliği sadece fizik olana, fizik gerçekliğe indirgeyiş mantığıyla bunun bir alakası var.

Şimdi burada aslında, modern batı kültürüyle, grek kültürü arasında kurduğumuz bu antropomorfik ilişki ile, Hıristiyan teorisi nerede duruyor, diye sormamız gerekmektedir. Zaten Hıristiyan teorisi ve sosyal teorisi, antropomorfik merkezli dünya tasavvuru hayatta olmasaydı, bu şekilde olmazdı. Zaten Descartes’la birlikte modern batılılar Hıristiyan teorisi ve sosyal teorilerini dışlamayı başardılar, veya bağlantı kurmayı başardılar.

Bunun nedeni şu, Hıristiyanlıkla ilk yunan teorisi ile mesela modernliğin gerçekliği sadece fizik gerçekliğe indirgeyen gerçeklik anlayışı arasında bir ilişki var. Oda şudur: Hıristiyanlık ilk günah teorisi ile birlikte, bir insanı işlemediği suçlardan sorumlu tutuyor. Bir insan işlemediği suçlardan sorumlu tutulduğu zaman, kendisini gerçekleştirebilmesi için, kendi olabilmesi için hayatta, ister istemez, kendisini kanıtlaması gerekiyor. Kendisini kanıtlaması içinde, ilk önce etrafını kontrol etmesi gerekiyor. Dolayısıyla fizik alanı, fizik gerçekliği kontrol etmeye devam ediyor.

Kohanizminde bununla ilişkisi var. Yani ister istemez şöyle bir şey çıkıyor. İlk günah teorisi, Hıristiyan insanı aslında ontolojik güvensizlik duygusu yaşayan bir insan konumuna indirgiyor. Ontolojik güvensizlik duygusu yaşayan insanda, ister istemez o güvensizlik duygusunu aşabilmesi için kaçınılmaz olarak, ilkin çevresine, doğal dünyaya hakim olma ve çevreyi kontrol etme yollarını araştırıyor ve onun araçlarını geliştiriyor. Yani o yüzden modern batıda gerçekliğin, fiziki gerçekliğe indirgenerek tanımlanması ve dolayısıyla batılıların geliştirdikleri, işte siyasi, ekonomik, kültürel atılımları, Rönesans, aydınlanma düşüncesi arasında da bir ilişki var. Bunların hiçbirisi tesadüfi değil.

Özetlemek gerekirse, Hıristiyanlıkta ilk günah teorisi olmasaydı, sonuçta Hıristiyan insanını ontolojik güvensizlik duygusu yaşayan insan olarak insan konumuna indirgenmesiydi. Batıda gerçeklik, fiziki gerçekliğe indirgenmeyecekti. Çünkü Hıristiyan teolojisi, doğal olarak fizik ve fiziki gerçekliği bir şekilde mecdetmesi gereken bir teoloji. Yani burada ister istemez insanı, Hıristiyan teolojisindeki bu boşlukta insanın hayatın merkezine, her şeyin merkezine yerleşmesine imkan tanıyordu. Ve insan her şeyin ölçütü haline getirilmişti.

Soru: İnsan ilk günah teorisinden sonra, tanrıyla iletişim kuramadığı için onu yeryüzü sahnesine indirgedi diyebilir miyiz ?

Cevap: tabi... çünkü görülemeyen bir şeyi yok saydığı için kontrol edebilmesi de mümkün değildi. Dolayısıyla sadece görülebilir olana hıfzetti. Kendi tasavvurundaki şeyi tanrı olarak tanımladıklarını tecessüm ettirdi. Dolayısıyla tanrı öldü demesi aslında niçin nihilizmden, ateistten kaynaklanan bir şey değil. Fiilen modern batıda, tanrının öldürüldüğüne çekmesinden kaynaklanır. Batıda tanrının öldürüldüğünü söylüyorlar. O yüzden zaten, adamın arkasından söylediği şu; kültürümüz, ahlakımız çökmüştür. Tek kurtuluş yolu sanattır diyor.

Soru: Günümüzde otorite konumuna gelen, iletişim içinde iletişim araçlarını hangi kültür bağlamından, hangi inanç bağlamından yola çıkıldığını kısmen açıkladık.

Cevap: Aslında burada yazılı kültürle, gerçekliği fiziki gerçekliğe indirgeyen batı kültürü arasında ilişki kurmak gerekir. Yani matbaanın icadı, nasıl olduğu, yani yazılı kültürle modernliğin gerçekleştirilmesi, Rönesans ve aydınlanmayla doğrudan ilişkisi var.

Şimdi matbaanın icadı aslında rasyonel, rinel bir düşünce tarzının gerçekliği gene fiziki gerçekliğe, gerçeklikle sınırlayan düşünce tarzını meşrulaştırdı.

Dolayısıyla modern kitle iletişim araçların, yazılı kitle iletişim araçlarının gazetenin doğması, kitabın doğması bu anlamda tesadüfi değil, aslında burada sorulması gereken soru şu: şimdi Müslüman toplumların bu anlamda matbaa ile ilişki kurmasının, mesela matbaayı Osmanlı’nın hemen getirmemesinin nedenleri üzerinde kafa yormak gerekir.

Osmanlıda gerçekten matbaanın gerçekliğini, fizik gerçekliğe indirgeyip, rasyonel, rinel yanını, özelliklerini, doğasını biliyorlar mıydı ?

ona göre hareket ederek aslında ister istemez sonuçta gerçekliği, fizik gerçekliğe indirgeyen bir düşünce anlayışının temsilcisi olan kitle iletişim araçlarının (matbaanın ürettiği gazetenin, kitabın) aslında fizik gerçekliği fizik ötesi gerçeklikle aynı anda meczeden gerçeklik anlayışında, fizik gerçeklikle fizik ötesi gerçeklik arasındaki uzlaşmada bulan islam düşüncesi, kendi meşruiyet kaynaklarını tehlikeye düşebileceğini düşünmüş olabilir. Yani Osmanlılar bu bağlamda aslında bu araştırılması gereken çok ciddi bir konu, bu olayın ne kadar farkındalar onu bilmiyorum.

Soru: İngiliz dilinin aslında günümüzdeki kadar yazılma zorluğuna düşmemiş olduğundan, fakat matbaanın İngiltere’ye girmesiyle beraber İngiliz dizgicilerin henüz yetişmemiş olması nedeniyle, Hollandalı dizgicilerin getirildiği, bunlarında dizgi işi ayağa düşmesin, çok fazla yaygınlık kazanmasın, bizim tekelimizde kalsın diye, İngiliz Felingini bozduğu söyleniyor. Acaba böyle bir İngiliz tecrübesinden hareketle Osmanlı mukavemetine gerekçe olmuş olabilir mi ? kelime yapısının bozulması endişesi Osmanlı’da etkili olmuş olabilir mi?

Cevap: sanmıyorum açıkçası şu olabilir, bir defa matbaanın icadına kilse başlangıçta yeşil ışık yakıyor. Öncelikle basılan kitaplar inciler mesela radyonun bulunmasıyla birlikte, kilisenin kitle iletişim araçlarına karşı iletişim teknolojisine karşı çok abartılı bir tepkisi var. Olumlayıcı bir tepkisi var. ABD’deki papazlar artık tüm dünyaya tanrının mesajını yayabilmemiz için imkan doğdu diyorlar. Bundan şu çıkıyor aslında kilisenin kitle iletişim araçlarının doğasını kavramada zorlandığı ortaya çıkıyor. Çünkü bu araçların doğası bir şekilde kilisenin meşruiyet kaynaklarını da olumsuzlayan otorite kaynaklarını sarsan bir doğa.

Kitle iletişim araçlarının yazılı kültürdeki en önemli özelliği gerçekliği rasyonel olarak, rinel olarak sadece görünebilir olanla sınırlayarak tanımlaması. Burada normalde fizik ötesinin bir şekilde yok sayılması gibi bir şey söz konusu. Kilisenin böyle bir şeyi aslında onaylayabilmesi aslında kendisiyle çelişkiye düşmesi demek.

Ama sonuçta kitle iletişim araçları bir güç aracı, bu gücü öne geçiren, aslında kendi meşruiyetini kanıtlamış olur ve güzü ele geçirmiş gibi çok basit bir mantıkla hareket ediyor kilise. Ama sonuçta tabi bu güç ve otorite kaynakları, kiliseye çeki düzen vermedikçe, kilise zaten bir şekilde marjinelleştiği için ister istemez kilisenin sevinci kursağında kaldı aslında.

Bizim yaşadığımız medeniyet kriziyle, yazılı kültürle iletişim kuramayışımız arasında, yazılı kültürle ilişki kuramayışımız arasındaki ilişki üzerinde durabiliriz.

Eğer biz yazılı kültürle, sağlıklı ilişkiler kurabilmiş olsaydık, yazılı kültürün imkanlarını keşfetmiş olsaydık, belki yaşadığımız medeniyet krizini yaşamayabilirdik. Bizim yaşadığımız medeniyet ve kimlik krizinin en önemli temel nedenlerinden biri yazılı kültürün ürünü olan dünyaya aslında direnemeyişimiz.

O dünya karşısında ayakta durabilecek kurumsal, düşünsel atılımlar gerçekleştiremeyişimiz. Çünkü yazılı kültürle, kohenizmin yaygınlaşması arasında daha geriye gittiğimizde, gerçekliğin sadece fiziksel lanse edilmesi insanın kendini ispat edebilmesi arasında bir ilişki var. Yani insan sadece kendini fiziksel gerçeklikle tanımlayınca, dünya tasavvuruna fiziksel gerçekliğe hapsedince, ister istemez etrafını kontrol etme(doğayı, insanı, nesneyi, tanrıyı) kontrol etme ihtiyacı hissediyor, başka coğrafyaları kontrolü altına alması çabasını meşrulaştırıyor.

Kohenizmin gelişmesi de bu anlamda yazılı kültürün batı kültürünü tanımlayabilecek dominant bir öğe olması arasında bir ilişki var.

Bu anlamda Osmanlı’ların veya batıya, Osmanlı’ların bir tür medeniyet yenilgisiyle karşı karşıya kalmaları da, bu anlamda batılıların elindeki yazılı kültürün ürünü olan araçları, kurumları kabul etmemesi de söz konusu. Yani eğer biz yazılı kültürle bu anlamda batılıların kurduğu ilişkiyi kurmuş olsaydık, O zaman bir şekilde, batılı kadroların aynı şekilde Türkiye’ye taşımış olacaktı. Sonuçta bizim kendi ana haritalarımızdan yola çıkarak geliştirmediğimiz sonu nereye varacağı belli olmayan bir şey de ortaya çıkacaktı. Bu yüzden yazılı kültürün hegamonyasının bir şekilde bu anlamda Osmanlıları da zayıf bırakan bileme güçlerini zayıflatan bir yer olur.

Soru: Yazılı kültür batıda, özellikle kilisenin, dini otoritesinin gelmeyişi ve bütün kültürel değerlerinin insanın kontrol edebileceği konuma indirgenmesi, kendi temellerine dayalı olduğu için yazılı kültürün gelişimi iletişim içinde sorgulanıyor. Bizde de vaaz kültürü ön plandaydı. Her önüne çıkan, kitleleri etkilemeye çalışıyor ve bu hâlâ günümüzde de devam eden bir şey... Bu olumlu bir şey mi? Toplumu pasif kılan, düşünmeye, üretmeye engel olan bir şey mi? Yani bir kadim gelenekten bahsediliyor... Bu daha çok yazılı kültüre bağlı bir şey. Çünkü, kadim geleneğin en son Kuran-ı Kerim de insanlık ve peygamberlik tarihinin özetlenmesi ve ondan sonrasında Hint merkezli olan felsefenin yazılı bir hale gelmesi...

Cevap: İslam kültürü, sadece sözlü kültüre dayalı bir şey değil. Fizik gerçekliği ve fizik ötesi gerçekliği aynı anda meczeden bir kültürdür. O yüzden sözlü kültür ile yazılı kültür bizde bir arada bulunur. Birbirini bastırmadan, birbirini tamamlamıştır. Batıda modernlikle birlikte, özellikle sanayi devriminden sonra, bizim, sözlü ve yazılı kültür arasında başlangıçta kurduğumuz o yaratıcı ilişkiyi, Avrupalılar karşısında kuramamışız. Bir şekilde bozulmaya uğrayan ve kendisini yenileyen bir medeniyet var. Dinamitleri yeniden icat etmekle kendi kültürel kodlarını yeniden üretmekte zorlanan bir İslam medeniyeti var. Dolayısıyla öte taraftan çok güçlü bir şekilde bütün farklı coğrafyaları kontrol eden ve bunların araçlarını enstrümanlarını geliştiren bir medeniyet var. Bu medeniyetin karşısında durabilmenin yolu, şu olabilirdi; O medeniyetin geliştirdiği enstrümanları kullanmak olabilirdi. Yani (teknoloji). Biz bunu tam olarak benimseyememişiz. Tümüyle benimseme yolunu seçtiğimizde, kendimizi yok saymış oluruz. Yani, kendi temel tasavvurumuzdaki dinamitleri yok saymış oluruz. Batı kültürünün enstrümanlarını kullanarak yapılacak bir direnme de sonuçta bizi tüketecek bir direnmedir. Bizim kültürel kodlarımızı, temel paradigmalarımızı yok edecek bir direnmedir. Örneğin; Japon mucizesini ele alırsak, japon mucizesi denen şey, aslında kendi kodlarından yola çıkarak gerçekleştirdikleri bir mucize olmadığı için batılı kodları yeniden üreten bir mucize olduğu için ABD’liler bu kodları iyi bildikleri için, düğmeye bastılar ve iş bitti.

Ortada özgür bir mucize yok. Mesela, batılı kültürü, fizik gerçekliği eksen alan bir kültürdür. Doğu kültürü, fizik ötesini eksen alan bir kültürdür. İslam kültür ise, fizik ve fizik ötesini aynı anda meczeden bir kültürdür. Batlılıların, doğu kültürlerini tüketmeleri kolay olmuş, mesela Japonlar, batılıların ekonomik modernleşme modellerini çok rahat bir şekilde kabul etmişler. Zorlanmamışlar. Zorlanmamalarının nedeni aslında, direnme güçlerinin olmayışı, yani fizik ötesi gerçekliğini merkez alan bir gerçek anlayışlarının olması... Aynı şeyi, batılılar İslam dünyasına karşı yapamıyorlar. İslam dünyasında bir direnme var. Bu direnmenin nedeni de bizim kendimize özgü, dünya tasavvur anlayışımızın olması... Dolayısıyla bir şey yapacaksak, kendi kodlarımızdan yola çıkarak bir şeyler yapmamız... Bu nedenle batılılar Hinduizmi, Şintuizmi, Taoizmi, çok rahat bir şekilde tükettiler ve taze kan vermek için kendi kültürlerini eklediler. Aynı şeyi Müslümanlar için yapamıyorlar. Buna bir örnek verirsek; Batıda bir adam çok rahat bir şekilde Yahudi, Hıristiyan ya da Ateist olabiliyor. Avrupa da mesela, Ateist papazlar çok yaygındır. Hatta, İngiltere Anglikan kilisesinin %10’unun bu papazlardan oluştuğu söylenir. Hatta bir kişi, hem Budist olabiliyor, hem homoseksüel olabiliyor. Bir Müslüman bunlardan hiçbirisi olamaz. Sadece Müslüman olmak zorundadır. Bu, Müslümanlara karşı yapılacak saldırılara direnmesi sağlıyor. İyi bir savunma mekanizması...

Soru: İletişimin, iletişimdeki kendiliğinden ortaya çıkan ideolojik farklılaşma bu günkü araçlarla dünyaya nasıl yansıyor? Çünkü, bunu bütüncü bir medeniyet bağlamında da ele alıyoruz. Bizim, fizik ötesi gerçeklikle, fizik gerçekliği meczeden bu düşüncenin geldiği noktada her ne kadar Müslüman kimliği bazı şeylere direniyor desek de sonuçta bir çok noktada evrimleşme söz konusu. Bunu kabul etmek gerekiyor. Bu batı medeniyetini bir şekilde ülkemize taşımak istiyoruz. İslam coğrafyasında da bu tür bakış açıları ve davranışlar var, ne dersiniz?

Cevap: Burada özellikle altının çizilmesi gerek nokta şu;

Batı modernliğinin gelişmesinde İslam düşüncesinin ve düşünürlerinin çok ciddi katkıları olduğunu biliyoruz. (Endülüs, İtalya gibi...) İslam düşüncesini tanımasaydık, aydınlanma düşüncesini gerçekleştiremezdik. Batı kültürünün dayandığı temel kavramlar, aslında İslam kültüründe var. Mesela, rasyonalite İslam kültürünün en önemli kavramlarından birisi... Biz batı düşüncesinden artı ilave şeylere sahibiz. Bu yüzden bir anlamda batı medeniyetine biraz daha yakınız. Batı medeniyetinin dayandığı temel şeyler, İslam medeniyet düşüncesinde zaten kendiliğinden var. Bu yüzden batı medeniyeti ile ilişki kurmaktan korkmuyoruz. Böyle bir kompleksimiz yok. Bu önemli bir şey. Bu bilinçaltı olarak toplumumuzda var.

Soru: Peki şu andaki toplumumuzdan mı bahsediyoruz, yoksa Osmanlı medeniyetinden mi bahsediyoruz?

Cevap: Aslında hem Osmanlıdan hem de bizden söz ediyoruz. Ama bir farkla, Osmanlıda veya İslam medeniyet tarihinde bu, bilinç düzeyindeydi. Bizde ise bu, bilinçaltı düzeyinde... Bu anlamda bizim, fizik gerçekliğin, batı kültürüyle hem de Müslümanlıkla zaten sorunlu...

Zaten sorunlu olmasa böyle bir medeniyet krizi yaşamazdık Bunları da zaten tartışmış olmayacaktık.

Soru: Doğu Asya’da ki kültürlerin batıya teslim olması gibi görünen şey iletişim bunu destekliyor mu yoksa iletişim buna aracı mı oluyor...

Cevap: Burada aslında, aşağı yukarı bütün modern kitle iletişim araçlarının en önemli özellikleri odaksız olmaları, mesela bir gazetenin, bir televizyonun en önemli özelliği odaksız olmasıdır. Mesela, bir bağlamı atlamazsınız. Yeni bir şey getirmedikçe, o haber olamaz. Yani önemli olan, yeni bir şeylerin peşinde koşmaktır. Burada enteresan bir şey var. Gerçekliği maniple ederek sunma. Gerçekliği bir şekilde göz boyayarak değiştirerek başka bir şeye dönüştürerek bir psikolojik savaş aracı propaganda aracı olarak sunma esprisi var. Bu nedenle kitle iletişim araçlarına soğuk bakıyoruz. Bu anlamda kitle iletişim araçları epistemolojik olarak ahlaksız araçlar. Çünkü haberin oluşum sürecinden yayınlanış sürecine kadar olan mekanizmayı göz önüne getirdiğimizde ortaya çıkan manzara korkunç bir manzara. Muhabir haberini hazırlıyor. Bir perspektifi var. Sonra gazeteye veya televizyona geçiyor. Bir güzel ambalajlıyor, cilalıyor, yayınlandığında bambaşka bir şey ortaya çıkıyor. Burada önemli bir şey daha var. Bağlamı atlaması önemli. Haberi verirken, haberi oluşturan süreci vermiyor. Onu verdiği zaman başka bir şeye dönüşecek diye korkuyor. Bu ister istemez psikolojik savaş imkanlarını artırıyor. Batılılar bu anlamda kitle iletişim araçlarını kendi hegemonyalarını pekiştirmekte ve yaymakta kullanıyorlar. İletişim araçlarının bu doğasıyla batı düşüncesinin agresif olması arasında bir ilişki var. Bu batı kültüründen kaynaklanan bir şey. Kitle iletişim araçlarından kaynaklanan bir şey değil. Yani merkezde kendileri var. Ötekilere kendilerini sunuyorlar. Bizim bundan sonra yapabileceğimiz şeylerden birisi, bu araçları inkar etmek yerine bu araçlarla iktidar kavramı arasında birebir bir ilişki var. İnsanlar batı siyasetçileri bu araçları iktidar araçları olarak yani kendi kültür ve hegemonyalarını diğer coğrafyalara ulaştırma ve yaygınlaştırmada kullanıyorlar. Bu apaçık ortada...

Misyonerlik faaliyetleri ile de kitle iletişim araçları arasında bu anlamda ilişki vardır. Bu araçların geliştirilmesinin en önemli sosyokültürel nedeni budur...

.

 

 

 


Back to home