Let's face the music
By Yusuf Kaplan
Absürt bir "kültür ve medeniyet değiştirme projesi"ni zoraki olarak hayata
geçirmeye başladığımızdan bu yana tarihimizin en muğlak, en sorunlu ve en çalkantılı
dönemlerinden birini yaşıyoruz.
Osmanlının son dönemlerinde karşı karşıya kaldığımız köklü sorunlar ve açmazlar,
bizi, ben-idrakimizi, kültürel dinamiklerimizi ve anlam haritalarımızı olumsuzlamaksızın,
kendi dinamiklerimizden ve deneyimlerimizden yola çıkarak yenileşme, anlam haritalarımızı
yeni şekillerde yeniden icat etme çabası içine itmedi. Aksine, anormal sonuçlarını
veya tezahürlerini hala yaşamakta olduğumuz "anlamsız" ve zoraki bir kültür
ve medeniyet değiştirme projesi geliştirmeye sürükledi.
Oysa böylesi bir çaba, tarihin, kültürel ve toplumsal değişimin temel ilkelerine
taban tabana tersti/r. Dünya tarihinin hiç bir döneminde, hiç bir toplumda böylesi
bir şeye rastlanmamıştır.
İşte bu nedenledir ki, Türkiye'deki kültür ve medeniyet değiştirme projesi hem
tutmamıştır; hem de topluma, toplumun kimliğini, ben-idrakini, kollektif hafızasını,
zihin kalıplarını oluşturan kültürel dinamiklerimize rağmen hayata geçirilmeye çalışılan
bu proje, kaçınılmaz olarak elitlerle toplumu karşı karşıya getirmiş, elitlerle
toplumun önceliklerini farklılaştırmış; son kertede gerçeklerle, gerçek sorunlarla
yüzleşmek yerine yapay sorunlar ihdas edilerek, dolayısıyla ülkenin gerçek sorunlarından
kaçınılarak ülkenin vaziyeti idare edilme yoluna gidilmiştir.
Elitlerimiz gerçeklerden, ülkenin gerçek sorunlarından kaçıyorlar. Ya sürgit yapay
sorunlar ihdas ediyorlar. Ya da gerçek sorunları örtmeye çalıştıkları için bu köklü
sorunlarla yüzleşmeye bir türlü cesaret edemiyorlar.
O yüzden "let's face the music" diyorum. Yani, gerçek sorunlarımızla,
kendimizle yüzleşmek, temel sorunsalımızdan kaçınmamak zorundayız. Aksi takdirde,
her geçen gün daha büyük ve köklü sorunlarla karşı karşıya gelmemiz kaçınılmazdır.
(Not: Şiddetle ihtiyaç hissetmediğim sürece yazılarımda Frenkçe başlık
kullanmaktan kaçınırım. Meramımı şu an en iyi ifade ettiğini düşündüğüm için,
bir Frenkçe cümleyi yazının başlığına çıkarma ihtiyacı hissettim.)
Kimliğin İki Ekseni
Bir toplumun kimliğinin oluşumunda iki temel eksen belirleyici rol oynuyor: Yatay eksen
ve dikey eksen.
Yatay eksen, bir toplumun kültürel kodlarını, anlam haritalarını, duyarlıklarını,
zihin kalıplarını oluşturan ve aynı kültürel havzaya ve medeniyet dairesine ait
olmasını mümkün kılan medeniyet eksenidir. Örneğin Fransızlar, İngilizler veya
Amerikalılar farklı ulusal özelliklere sahiptir ama aynı medeniyete ait oldukları için
kültürel kodları, anlam haritaları temelde ortaktır.
Dikey eksen ise, bir toplumun "ulusal"/fiziki sınırları içinde icat ettiği
veya geliştirdiği pratiklerdir; belli koşulların ürünü olan somut kurumlar ve aygıtlardır.
Genel olarak söylemek gerekirse, yatay eksen bir toplumun kimliğinin görünmeyen, örtük,
deruni boyutlarını üretir. Dikey eksense, o toplumun doğal/somut koşullarının ürünü
olan daha görünür, daha spesifik pratiklerini üretir.
Yatay eksenle dikey eksen sürekli etkileşim halindedir. Etle kemik gibi, ruhla beden
gibidir. Yatay eksen bir toplumun ruhunu, dikey eksense iskeletini oluşturur. Yatay
eksenin işleyebilmesi, işlevsel olabilmesi için dikey eksene ihtiyacı vardır. Bu
nedenledir ki, bu eksenlerden biri eksik olan toplumların bir tahtası eksiktir.
İşte Türkiye yatay ekseni/medeniyet bilinci olmadığı için bir tahtası eksik,
"ruhsuz bir ülke"dir.
Tarihe Kara Leke
Bir tahtamız eksiği olduğu ("ruhsuz" olduğumuz) için, kendimiz olarak
varolamıyoruz; sadece iskeletimizle varolabileceğimizi düşünüyor ve kaçınılmaz
olarak hep "başkası" olmaya özen gösteriyoruz. Ve yine bu yüzden bir türlü
hayal göremiyoruz; kurduğumuz hayaller sürgit hayaletlere dönüşüyor. Yine bu yüzden
kendi gerçekliklerimizle, gerçek sorunlarımızla yüzleşebilme cesareti gösteremiyoruz.
Temel sorunsalımızı sürgit örtmeye, yoksaymaya çabalayıp duruyoruz.
Peki, temel sorunsalımız ne bizim? Temel sorunsalımız, kültür ve medeniyet değiştirme
retoriğinin zorunlu sonucu olarak, ülkemizdeki siyasi, ekonomik ve kültürel iktidar
aygıtlarını müslümanlığa göre değil, müslümanlığa rağmen, müslümanlığın
dışındaki "şeyler"le tanımlama ve belirleme çabası.
Oysa bu toplum müslüman. Elitlerin tüm çabalarına ve engellemelerine rağmen bu
toplumun kollektif hafızasını, anlam haritalarını, zihin ve davranış kalıplarını,
kısacası kimliğini oluşturan en temel "aktör" müslümanlık.
Gerçek böyle olunca, ister istemez, Türkiye'deki iktidar aygıtlarının meşruiyetlerini
toplumsal ve kültürel dinamiklerden almadıkları gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bu
gerçeği yok sayarak geliştirilecek her tür politika, atılacak her adım, kaçınılmaz
olarak toplumun ruhunda derin fırtınalar estiriyor.
Son olarak Kur'an eğitiminin tarihimizde ilk kez belli yaşın altındaki çocuklara
yasaklanması bunun en somut ve ürkütücü örneğidir. Aynı yaş grubundaki çocuklara
başka her şeyin eğitiminin verilmesi serbestken, Kur'an eğitiminin yasaklanıyor olması,
toplumun asla anlayamayacağı ve affetmeyeceği, tarihimize kara bir leke olarak geçecek
son derece tehlikeli bir gelişmedir.
Bir "Tahta"sını Eksiltmek...
Elitlerimiz, toplumumuzun kimliğini oluşturan temel aktör olan müslümanlığın temel
dinamiklerini, anlam haritalarını siyasi, ekonomik ve kültürel hayatımızda en asgari
düzeyde etkin ve etkili olmasını sağlamaya çalışıyorlar. Bu elbette ki, bu
toplumu, bir tahtası eksik bir toplum haline getirecek, ruhsuzlaştıracaktır.
Türkiye'yi yöneten elitler, Türkiye'nin temel sorunsalını gözardı etmeyi sürdürdükleri
sürece, yani, müslüman bir toplumda iktidar aygıtlarını, toplumda karşılığı
olmayan "şeyler"le tanımlamaya ve belirlemeye devam ettikleri sürece, ülkemizin
sorunları her geçen gün daha bir içinden çıkılmaz hale gelecektir. Türkiye'nin
elitleri, "kendi"lerini, ben-idraklerini, yaşadığımız engin tecrübeyi
yoksayarak, yani hafızamızı sıfırlayarak, ilkel bir Afrika kabilesi gibi her şeye sıfırdan
başlayarak bu ülkeyi yönetmeyi sürdürdükleri sürece Türkiye başka güçler tarafından
kuşatılmaya devam edecektir.
Dinsiz, kendi kültürel dinamikleri ve hafızası sıfırlanan bir ülkenin bırakınız
yeniden tarihe damgasını vuracak büyük işler yapmasını, ayakta kalmasını sağlayabilmesi
bile hayaldir. Unutmayalım: Bastırılan "fena halde" geri dönecektir. Ve geri
dönüyor da.
Türkiye kendi gerçekleriyle yüzleşmekten kaçındığı, temel sorunsalını gözardı
etmeyi sürdürdüğü sürece, hiç bir zaman hayaller göremeyecek; hayallerin tümünün
hayaletlere dönüşmesini önleyemeyecektir. O yüzden daha fazla vakit ve
"kan" kaybetmeden, "let's face the music" diyorum.