|
Günler geçmek bilmiyordu. "Üff! Yaz da
geldi, ne evde oturuluyor ne de dışarı çıkılıyor. Akşam olsa
da... akşam olsa ne olacak ki? Hep aynı yerler aynı insanlar..."
Evet! bilgisayarının başına oturmuş, sabah
akşam bu tür fikirlerini paylaşıyordu sanal arkadaşlarıyla.
Gerçektende canı çok sıkkındı. Birden kül tablasını sıkıca
tuttu. Bilgisayarına elindeki kül tablası ile vurmak istedi.
Vuramadı. Kafasını kaldırdı. Küçük kutu gibi, tek yönden
ışık alan bir odaydı bu-Ruhsuz bir oda-. Hatta içindekiler
bile onsuz bir anlamı olmayan değersiz maddelerdi. "Hele
bilgisayarımın üstüne acemice monte edilmiş raflara bak"
diye düşündü. Ders kitaplarını bu rafa koyardı. En sevmediği
raflardı bunlar -zorunlulukları hatırlatan raflar- ders
rafları adını taktı onlara. Ders rafları acemi bir marangozun
elinden çıkmış suntalardan oluşuyordu. Suntanın çirkin görüntüsünü
gizlemek için kese kağıdına benzer bir kağıtla sarılmıştı
çepeçevre. Soğuk, resmi, kahverengi ince raflar; ders rafları...Önündeki
bilgisayara sitem edercesine kafasını sağa çevirdi. İşte
melankolik bir duvar diye iç geçirdi. Bu duvar onun fotoğraf
albümü gibiydi. Fotoğraf stüdyosunda çalışırken eline geçen
amatör fotoğraflar da bu duvardaydı. Amatörlerde şiirsel
bir güzellik, raslantısal bir doğallık vardı. Bu ender güzellikleri
o kaçırmamıştı. Hemen kendine de birer tane çoğaltmıştı.
Hem bu ahlaksızca eylem, kime zarar verebilirdi ki! Üstelik
bunlar yalnızca kendi duvarını süslerken sergilenebilecekti.
Kudüs teki rahipleri, Safranbolu'nun inanılmaz tabiatını,
kim bilir ta ne zaman görebilecekti? Şampanya rengi bu duvar
da Gökkuşakları, batan güneşler, kendi resimleri ve o...O,
bir tek o resme takıldı. Duvar bir vakum gibi çekiyordu
onu o an. Uzaktan bir seyyarın hiçbir zaman çözemediği gürültüsü,
ardından kuş sesleri ve üstüne bir neşter gibi vurulan jetlerin
uğursuz çığlıkları... Sonrasında sesler yalıtıldı gerçekten.
Artık ayrıştıramıyordu bu sesleri, ayrıştırmasının da pek
bir önemi yoktu ya!.. Sesler yalıtıldı gerçekten. Hafifçe
gözlerini ıslatan düşlerde, yağmurun sesini duydu. İçini
titreten soğuk, bir ürperme aldı tüm benliğini, uçurdu onu
kanatları Istanbul' un limanlarında boğulmuş deniz anaları
kadar masum ve ağlamaklı. Korkak bir üşüme ile uyanıverdi
birden gerçeğe, düşlerden sıyırmıştı artık kendini, şimdi
yalnızca o fotoğrafa bakıyordu. Daha netti sesler ve görüntüler.
İçinden "Ah! Keşke şimdi yanımda olsa da sıkıca sarılsam
ona..." diye geçirdi. O arkadaşlarının "...oğlum
arabesk misin, nesin?.." diye takılmasına sebep olan
tek kızdı. İşte öyle bir kız. Bu fotoğrafı oraya koydu diye
sürekli kendine kızardı. Onu hatırlamanın, düşünmenin yorgunluğundan
kaçmak istiyordu... gene kaçırdı bakışlarını, dayanamadı
son mutlu tablolarına bir kez daha baktı. Ezan sesi ona
zamanı hatırlattı. Toparlandı. Arkadaşları, bilgisayarın
karşısında onu beklemekten çılgına dönmüşlerdi. Birkaç yatıştırıcı
yalan söyledi. Bilgisayarı kapattı. Ezan hala devam ediyordu.
Sinirliydi; "Tamam be! öleceksek öleceğiz zırt pırt
hatırlatmanın ne anlamı var." diye müezzine birkaç
küfür savurdu fütursuzca.. Hani şu adam, şimdi karşısına
çıksa gelse, gırtlağına sarılacaktı elleri. Öfkesini ona
yönlendirdiğini anlayıp kendini yatıştırdı. Sonra kapının
üstündeki fosforlu yazıya takıldı. <EXIT!> Sanki her
an odayı terk edip gitmesi gerekliliğini hatırlatıyordu
bu yeşil yazı...yeşilden de nefret ederdi. Bu yazıyı her
ne kadar sevmese de kardeşi astı diye de çıkartamazdı. Televizyonun
kumandasını aldı. Kendi kendine "Aman Allah'ım ne yapıyorum
ben; bir sürü keder, acılar, adına eğlence denilen asap
bozucu eylemler....". Kumandayı yavaşça televizyonun
üstüne bıraktı. Boşlukta bir insanın aklına ilk gelen nedense
hep uykudur. O' da yavaşça yatağına uzanıyordu ki! Yatak
ağzını açmış bir su aygırına benzedi gözünde. Keskin dişlerin
içine girmesi ile çıkması bir oldu. Uyku onun tüm yorgunluğunu
alıp daha zinde yapacağına, daha bir sersem ayıyordu dünyaya.
Uyumamalıydı. Hem yorgun da değildi ki! Duvara asılı gitarıyla
ne kadar uzun zamandır ilgilenmediğini düşündü, haklıydıda.
"Sevgilim olsan sen de beni terk edip gider miydin?"
dedi içinden. Uzun zamandır ona sarılıp hüzünlerini, aşklarını
paylaşmıyordu. Perdeyi kapattı. Odasının çeşitli yerlerinde
demirden ve gümüşten adi şamdanları vardı. Antikamsı otantik
bir merak... Mumlarını özenle yaktı. Loş bir bar havası
katıldı odasına -hüzünleri tüketen ve öğüten şu bildik barlardan-.
Kılıfından çıkardı gitarını, siyah teni parladı mum ışığında.
Elinin ayasıyla tozunu aldı. Tüm kıvrımlarında -incecik
belinde- dolaştırdı elini...Birkaç parça, bir kaç melodi,
sonrasında hep aynı melodi... "yarın güneş doğunca,
bir tekne olur yanaşırım liman liman; yarın güneş doğunca,
ey rüzgarlar! kanatlanır takılırım bulutlarına; yarın güneş
doğunca,...."
Ev üçüncü kattaydı. Odanın penceresi ıssız bir ovaya bakıyordu.
Uzaklardaki raylar; Anadolu'dan bir sevgiliyi, çatlak topuklu
bir kadını vede çocuklarını taşıyordu belkide? Uzaklardaki
raylar; uzaklardan, siyah çilelerle dolu eski ve soylu bir
hayatı taşıyordu bu kocamış kente. Koca katar arada bir
de yokluyordu rayları çınlatarak; "hey siz de yaşıyor
musunuz be! Hayat var mı ki bu asi kentte ?" der gibi...Saatine
baktı. "Ne çabukta geçiverdi koca gün." Mumları
söndürdü soluk bir nefesle. Ve daldı gene kendi dünyasına
"...binlerce karmaşa... Yetti be!.. Neye el atsam çöküyor...
Yaşam beni affet sana layık olamadım... Ey Umut! sen de
kusuruma bakma; seni hep ulaşamayacağım raflara kaldırdım...
Üçüncü kat, üçüncü kat, üç kat..." karışık fikirler
içindeydi. Uzun zamandır bakmıyordu penceresinden. Güneş
kalın perdenin kenarların dan sızıyordu. Yavaş adımlarla
penceresine doğru yürüdü... İki eliyle yapıştı perdeye,
var gücüyle ayırdı iki yakasını. Birden gözüne vuran parlak
ışık gözlerini kamaştırdı. Seyyarların titrek bağırtıları
hala ortalıklardaydı. Gözlerindeki yanma geçince, etrafına
şöyle bir bakındı. Binanın yanında bir çam ekilmişti; ufak
sivri tepesinde gamsız bir saksağan konmuş, sol yanından
kanatlarını gagalıyordu. Kim bilir; kimin balkondan neyi
aşırmıştı utanmazca? Pişkin pişkin temizlenirken, birden
olduğu yerden ayaklarıyla camı esneterek havalandı. Çamın
altındaki bahçenin çimlerini sarı renkli bir battaniye gibi
papatyalar sarmıştı. Bahar yaşamı gene sunmuştu doğaya.
Artık berraktı sesler; kuşlar, arılar, çocuğunu çağıran
bir kadın... kadın ve doğum, doğum ve bahar, bahar ve yeniden
hayata doğan bir insan... Yaşamdan yansımalar ilk kez süzülüyordu
gözlerinden. O an ışığı yaşıyordu. O an yaşanmalıydı. O
gün yaşanmalıydı, yarın güneş doğunca değil, bugün güneş
batmadan...Fotoğraf makinesini aldı, EXIT yazan kapıdan
koşarcasına çıktı. Dışarı...
|